“o zaman anladım: aşklardır
-Hilmi Yavuz, Zaman Şiirleri (1987)
durmayan her şey
ve dönen, belleğin zamanıdır.”
Şimdilerde çok sevdiğim bir sözcük var: hemhâl olmak. Sıklıkla duyuyorum da üstelik, empati yerine kullanılıyor genellikle. Buraya iki sözcüğü yerleştirmişken etimolojisine de şöyle bir bakmak gerekir tabii. Çok küçük yaşlardan beri huyumdur, hangi dilde olursa olsun şarkı sözlerini mutlaka okuyup çevirdiğim gibi kelimelerin de etimolojik kökenini araştırırım. Özellikle de yazı yazıyorsam her sözcüğü incelerim detaylı bir şekilde ve kökenine kısaca da olsa değinirim. Hemhâl kelimesi “hem” (Farsça) ve “hâl” (Arapça) sözcüklerinin birleşmesiyle oluşur. Empati kelimesi ise felsefenin zıpkın dili Yunancadan gelir tabii ki. Em- “in/içinde” + pathos “feeling/duygu” sözcüklerinin birleşmesiyle oluşur. Hemhâl, aynı durumda; empati ise aynı duyguda olmak demektir. Birisiyle aynı durumda olsanız bile aynı duyguları yaşamıyor olabileceğinizden dolayı empati kelimesinin karşılığı “hemhis” olsa daha mı doğru olur bilemiyorum ancak günümüzde bu kavram sanatta özel bir anlam taşır. Sanatın bir kolu olan fotoğrafın –neyse ki dijital fotoğrafın ortaya çıkışıyla bu konudaki tartışmalar sona ermiş ve fotoğrafın bir sanat dalı olduğu artık netlik kazanmıştır– izleyicideki en güçlü yansıması “hemhâl” olabilmek, arada sırada empati kurabilmektir. Empati, kültürel çalışmalarda artık tolerans sözcüğü yerine kullanıldığı gibi sanatta da yeni yeni artarak müzakere edilen bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Bu konuda ayrı bir yazı paylaşacağım sizlerle.
Sanat; politikadan, ekonomiden, sosyal gelişmelerden soyutlanamaz tabii ama burada özellikle sanatın iyileştirici gücüne odaklanmak ve bunu yaparken sanat terapisi bağlamında değil de duyguları bir ifade aracı olarak sanatın hepimizin hayatında yer tutan bir alan olduğu üzerinden yola çıkmak gerekir. Çoğu zaman sanat dendiğinde galerilerde ya da özel mekânlarda sergilenen işleri düşünmeye kurulmuş gibiyiz. Oysa turşu yapmanın da bir sanatsal pratik olduğunu ve turşunun bir sanat eserine dönüştürülebileceğini unutmayalım. Bu konudaki en ilgi çekici sahnelerden birini Vermeer’in meşhur İnci Küpeli Kız’ının Tracey Chevalier’nin kaleminden uyarlanan 2003 yapımı filminin ilk sahnelerinde görebiliriz. Doğa ile insan arasındaki bağın en güzel görüntülerinden biridir mutfakta yapılan yemek anı. Hatta şunu da söylemeden geçemeyeceğim, bir sirke anasının oluşumuna ilk kez tanıklık ettiğimde yaşadığım o şaşkınlıkla karışık hayranlık hissini benzetebileceğim tek an, karanlık odada kâğıdın üzerinde yavaşça beliren fotoğraf olmuştur. Her ikisi de nefes kesici anlardı. Fotoğraf da benzer bir şekilde gündelik hayatımızda bugün her yerde. Görsel dil, günümüzde en çok kullandığımız lisanlardan biri ve bunun temel aracı da tabii ki fotoğraf. Akıllı telefonlarımız bizim üçüncü gözümüz gibi artık. Bu yazıda bahsettiğim empati ve gündelik hayat konularından yola çıkarak sizleri iki fotoğrafçı ile tanıştırmak istiyorum: August Sander ve Nicholas Nixon. Bu isimler size tanıdık gelmese de eminim fotoğrafları tanıdık gelecektir.
Her gün milyarlarca fotoğraf üretiliyor o hâlde nasıl olur da özellikle portreler sanatsal bir nitelik kazanır? Sanatı en kısa ifadeyle yaşamın ontolojik bir izdüşümü olarak tanımlayabiliriz. Sanat, daima gerçeğe yönelir ve bu temel özelliği hangi araç kullanılırsa kullanılsın her zaman orada bulunur. Portreler ne ölçüde bir sanat eseri olarak kabul edilebilir sorusuna ise Nicholas Nixon’ın 1975’te başlattığı ve devam eden çalışması “The Brown Sisters” oldukça çarpıcı bir örnek olarak gösterilebilir. Nixon, kırk yılı aşkın süredir her sene karısı ve üç kız kardeşinin birbirinden farklı ama belli standartlara uygun bir şekilde portrelerini çekmiştir. Ünlü ressam Gerhard Richter bir röportajında “bizi harekete geçiren, olduğumuz şeyin ötesine geçen ve bu anlamda zamansız olan belirli bir sanatsal kaliteyi sürdürme arzusudur”1Gerhard Richter, “Söyleyecek bir şeyim yok ve söylüyorum”, Gerhard Richter ve Nicholas Serota arasındaki Konuşmalar, Bahar 2011. demişti. Bu anlamda Nixon’ın çalışması son derece kişisel, duygusal ve zamansız bir eser olarak karşımıza çıkıyor. Bu portrelerin baş rolündeki kahramanın “zaman” olması, hepimize hitap etmesine olanak tanıyor. Nixon, kendine dair son derece kişisel bir gerçeklikten hem de gündelik bir gerçeklikten yola çıkarak fotoğraflarıyla izleyiciyi delip geçiyor. Temaşa eden için zaman duruyor ve bir empati anı doğuyor. Çünkü “zaman” hepimizin hayatında başrolde. Benzer doğrultuda, August Sander’in2http://www.artnet.com/artists/august-sander/ “20. Yüzyılın İnsanları” olarak bilinen serisine baktığımızda böyle tanıdık bir his karşımıza çıkıyor. 1926-1932 yılına ait bu fotoğraflarda, yalnızca estetik olarak değil, duygusal olarak da Nixon’ın çalışmalarına benzer nitelikler görüyoruz. Sander’in objektifi çiftçiler, duvarcılar, fırıncılar gibi içinde bulunduğu toplumun daha az fotoğraflanan kesimine, Nixon’ın aksine belki de hiç tanımadığı insanlara yönelse de bu iki serinin de başrolünde zamanın yer aldığı bambaşka öykülerle karşılaşıyoruz. Sander, “Hiçbir şey bana doğaya olan sadakat ile birlikte fotoğraf aracılığıyla zamanımızın bir görüntüsünü yansıtmaktan daha uygun görünmedi. Çağımız ve çağımızın insanları hakkında tüm dürüstlüğümle gerçeği söylememe izin verin.” demiştir. Gerçekten de Sander bu amacına ulaşmış ve bizi fotoğraflarıyla o dönemin yolculuğuna çıkarmaktadır. Çünkü fotoğraf, zamanın belleğidir.
© 2024 Çağ Akarken
Dipnotlar
- 1Gerhard Richter, “Söyleyecek bir şeyim yok ve söylüyorum”, Gerhard Richter ve Nicholas Serota arasındaki Konuşmalar, Bahar 2011.
- 2