Marquis de Sade’ın Hayatı
“Kızgın, karşı konmaz, öfkeyle dolu, her şeyde aşırı, töreler konusunda görülmedik bir hayalleme sapışı taşıyan, bağnazlığa dek tanrısız… bir iki lafla ben böyleyim işte. Ya olduğum gibi alın ya da bir kez daha vurup öldürün beni. Çünkü değişmeyeceğim.”1Simone de Beauvoir, Sade’ı Yakmalı mı?, çev. Cemal Süreya (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2017), 7.
Tam olarak da böyle gelişti, Donatien Alphonse François le Marquis de Sade’ın (2 Haziran 1740–2 Aralık 1814) yaşamı. Sade’ın olaylı ve çağına göre ahlaksız olarak nitelendirilebilecek sıra dışı bir yaşam sürdüğünü söyleyebiliriz. Kesin bir kaynak olmamasının yanı sıra farklı yazarlar tarafından Sade’ın yaşam öyküsü zaman zaman ele alınmıştır. Sade, Paris’te Condé Sarayı’nda dünyaya gelmiş ve seküler denilebilecek bir ailede büyümüştür. Yaşadığı liberten hayat sayesinde, felsefi birikime sahip olmuş ve cemiyet hayatının da aranan aristokrat yüzlerinden biri olabilmiştir. Tıpkı eserleri gibi kendisi ile ilgili de kesin bir döküme sahip değiliz. 1763 yılında babasının zoruyla belediye başkanının kızıyla evlendirilmesiyle Sade’ın olaylı yaşamı başlamış olur. Yine 1763 yılında, Sade’ın kendilerine işkence edip ilişkiye girmeye zorladığına ve ayrıca zorla Tanrı’ya küfrettirdiğine dair birçok fahişenin suçlamada bulunması üzerine Sade, polis tarafından tutuklanır. Ne var ki karısının hamile olmasından dolayı göz hapsinde tutulmak şartıyla serbest bırakılır.
Bu tutuklanmadan sonra Sade, eşinin yanına Lacoste kalesine geri döner ancak burada da kendi dizginlemeyi başaramaz. Bu sefer de ikinci bir skandal olarak Rose Keller adında bir kadını alıkoymaktan suçlanır. Kadını Arcueil’deki şatosunda zorla tutarak ona fiziksel ve cinsel yönden kötü muamelede bulunur. Kadın ikinci kat penceresinden tırmanarak kaçmayı başarır. Ama başına gelenlerin bir yaptırımı olmayacaktır. Çünkü bu sefer de durum, Sade’ın mahkemeye çıkmaması için kayınvalidesinin bizzat Kral’dan belge alarak onu kurtarmasıyla sonuçlanmıştır. Yaptıklarından ders almayan Sade, 1772 yılında uşağı ile birlikte afrodizyak kullanımı ve sodomi suçlarından yargılanır ve daha sonra karısının kız kardeşini alarak İtalya’ya kaçar. Yine kayınvalidesi araya girer ancak bu sefer tutuklama belgesi çıkarttırarak Sade’ın tutuklanmasını sağlar. Fakat Sade, dört ay sonra bu hapisten de kaçmayı başarır.

Sade, bu olaylardan sonra karısının yanına kaçar ama burada da sapkın davranışlarını sürdürür. Bir grup işçiyi hapsederek onlara cinsel tacizde bulunup şiddet uygular. 1777 yılında, yine karısının yanına döner ve bu sefer de birçok hizmetçi kızı hapseder. Hatta hizmetçi kızlardan birisinin babası, Sade’ı öldürmek için yaşadığı kaleye gelir ama silahın ateşlenmemesi sonucu Sade kurtulmayı başarır. Sade, bir kere daha şanslı olmasıyla hayatta kalır. 1778 yılında ölen annesini ziyarete gittiği sırada tekrar tutuklanır ve böylece uzun tutukluluk yılları Vincennes Şatosu’nda başlamış olur. On iki yıl süren tutukluluk yılları sırasında Sodom’un 120 Günü’nü çok ince bir şekilde yazarak onu rulo şeklinde Bastille duvarlarında saklamıştır.
1801 yılında Napolyon Bonapart, Justine ve Juliette’in anonim yazarını tutuklama emri verir. Bunun üzerine Sade, yayımcısının ofisinde tutuklanarak yargılanmadan hapsedilir.
Ailesinin desteği sayesinde 1803 yılında deli olduğu iddia edilir ve temelli olarak Charenton akıl hastanesine kapatılır. Böylece tek başına bir hücrede kalarak kâğıt ve kalemden de yoksun bırakılır.
Sade, hayatının sonlarına doğru pedofili bir ilişki yaşar. Charenton’da hizmetli olan 13 yaşındaki Madeleine Leclerc ile başladığı bu ilişki, Sade’ın ölümüne kadar yaklaşık dört yıl sürmüştür.
1806 yılında yazdığı vasiyetinde, hiçbir dinî törenle gömülmek istemediğini açıklamıştır, hatta mümkünse yakılıp küllerinin saçılmasını istemiş ve cenaze törenine kimsenin gelmemesini ısrarla belirtmiştir. Vasiyetine göre gömüldüğü yerde mezarına dair bir ibare olmamasını ve dolayısıyla kimsenin onun mezarının yerini bilmemesini istemiştir. Kasım 1814’te hayata gözlerini yuman Marquis de Sade’ın cenazesi, onun vasiyetinde belirttiğinin tam aksine Charenton’a gömülmüştür. Daha sonra iskeleti frenolojik deneyler için mezarından çıkarılmıştır. Ondan nefret eden oğlu ise ele geçirdiği, yarım kalmış ve basılmamış, babasına ait bütün müsveddeleri toplayıp yakmıştır.
Justine ya da Erdemin Felaketleri
1787 yılında Marquis de Sade, kendisinin başyapıtı olacak Justine isimli romanını yazmaya başlamıştır. Aslında bu, çok daha uzun bir romanın ilk bölümüydü. Araştırmalara göre Sade bu eserini on beş gün içerisinde tamamlamıştır. Ancak üç yıl sonra, 1790 yılında bastırabilmiştir. Sade, politik olarak aktif hâle geldiği 1790 yılında, Justine’i isimsiz olarak bastırmış ve sonrasında bu romanı kendisinin yazdığını inkâr etmiştir. Ne var ki her ne kadar inkâr etmiş olsa da herkes bu eseri Sade’ın yazdığını biliyordu. Bu yüzden eser kısa sürede yasaklanmış ve eserin yazarı için tutuklama emri çıkarılmıştır. Justine romanı, Sade’ın hem düşüncelerini hem de sadizmini açıkça sergilediği en önemli eseridir belki de. Bu eser sayesinde Sade, okurlara sadece cinsel fantezilerine bir kapı aralamakla kalmaz, radikal düşünceleriyle toplumsal normları sorguladığını da gösterir. Yine de romandaki cinsel içerik ve şiddet, onun eserlerinin en tartışmalı yönlerinden biri olmuştur. Yaşadığı dönem içerisinde, bu romanın baskın olan cinsel içeriği ve şiddetli işkence sahneleri yüzünden felsefi içeriği ve toplumsal eleştirileri arka planda kalmıştır.
Bu uzun soluklu hikâyesinde Justine ve Juliette hem anne ve babasını hem de yollarını kaybeden iki kız kardeş olarak karşımıza çıkmaktadır. Abla Juliette, “kötü yolu” seçerek kısa yoldan para kazanıp eski rahat yaşamına kavuşurken hikâyenin “Justine” bölümünde, Justine kendi doğasında var olduğunu iddia ettiği erdemliliği, ahlaklılığı, iyilik yapmayı, Tanrı sevgisini ve saflığı kendisine ilke edinir. Ve bu uğurda yaşadığı felaketleri, talihsizlikleri, ayrıca tanıklık ettiği zalimlikleri ve kötülükleri anlatmaktadır. Başka bir deyimle Justine’in anlattıklarıyla biz de artık Sade’ın kötülükler dolu dünyasına adım atmış oluyoruz. Justine’in başına gelenleri aslında en iyi onun ağzından dinleriz:
“Çocukluğumda, bir tefeci beni hırsızlık yapmaya itmek istedi; reddettim. Zengin olan o oldu. Bir hırsızlar çetesinin arasına düştüm, hayatını kurtardığım bir adamla birlikte kaçtım, ödül olarak bana tecavüz etti. Şehvet düşkünü bir senyörün evine geldim, teyzesini zehirlemesine razı olmadığım için beni köpeklerine parçalatmak istedi. Oradan, ensest ve katil bir cerrahın evine gittim, korkunç bir cinayeti engellemek istedim, cellat beni bir suçlu gibi damgaladı; şüphesiz bu zalimlikleri sürdürdü, servet yaptı ve ben karnımı doyurmak için dilenmek zorunda kaldım. Kendimi ibadete adamak istiyordum, bunca kötülük aldığım Yüce Tanrıya içtenlikle yalvarmak istiyordum, kutsal din adamlarımızdan birinin karşısında günahlarımdan arınmayı umduğum yüce mahkeme yüzkarası kanlı bir tiyatroya dönüştü, bana tecavüz eden ve soyan canavar kendi düzeninde en büyük onurlardan birine yükseliyor, ben ise korkunç bir sefalet uçurumuna geri düşüyordum.
Bir kadını kocasının dehşetinden kurtarmayı denedim, zalim adam kanımı damla damla akıtarak öldürmek istedi beni. Bir zavallıya yardım etmek istedim, beni soydu. Kendini kaybetmiş bir adama yardım ettim, nankör bana bir hayvan gibi çıkrık çevirttirdi ve haz aracı olarak kullandı beni, çevresi saygın kişilerle doluydu ve onun evinde zorla çalıştırılmaktansa bir darağıcında ölmeye hazırdım. Alçak bir kadın beni yeni bir cinayete ortak etmek istedi, kurbanımın servetini kurtarmak için, ikinci bir kez varolan üç kuruşluk varlığımı kaybettim. Duyarlı bir adam bana el uzatıp yaşadığım felaketleri telafi etmek istedi, bunu yapamadan kollarımda son nefesini verdi. Bana ait olmayan bir çocuğu alevlerden kurtarmak için bir yangının içine atıldım, bu çocuğun annesi suçladı beni ve hakkımda bir cinayet davası açıldı. Beni zorla tutkusu kafa kesmek olan bir adamın evine götürmek niyetinde olan en korkunç düşmanımın eline düştüm, bu şehvet düşkünü adamın kılıcından kurtulabildiysem, bunun nedeni yeniden Themis’inkinin altına düşecek oluşumdu. Servetini ve hayatını kurtardığım bir adama beni koruması için yalvardım, ondan saygı beklemeye cesaret ettim, beni evine çekti, zalimliklere maruz bıraktı, davamın bağlı olduğu ahlaksız yargıcı da buraya çağırmıştı, her ikisi de tecavüz etti bana, her ikisi de hakaret etti, her ikisi de ölümümü hızlandırmak istedi. Kader onları varlığa boğmuştu, ve ben ölüme koştum.”2Marquis de Sade, Justine Ya Da Erdemin Felaketleri, çev. Birsel Uzma (İstanbul: Çiviyazıları, 2000), 326-327.

Justine’in başına felaketler, kötülükler, sapkınlıklar, belalar, türlü türlü cinsel fanteziler gibi toplum tarafından yasaklanan, dışlanan ve uygun görülmeyen her şey gelir. Kısacası, aklınızın sınırlarını zorlayacak her türlü olumsuz durum… Çünkü Sade zaten bu romanla yaşadığı toplum içerisindeki yasaklara ve yanlışlara ışık tutmak ister. Bu sebeptendir ki Sade’ın romanları sadece edebî değil, aynı zamanda politik ve felsefidir. Hikâye boyunca başına gelen her şeye rağmen Justine, her zaman iyiyi ve erdemi tercih etmeye devam eder. Peki yazarımız için “erdem” tam olarak ne demektir? Aslında Sade, bu kavrama tam bir tanım yapmasa da her toplumun kendi zevkine göre sosyal yasalar oluşturup insanı doğasından uzaklaştırmasına “erdem” kisvesi altında “ahlak” adı verildiğini savunur.
“İnsanın kendini özünden koparan ve topluma iyi görünmek için arzularından vazgeçiren şey işte bu sözünü ettiğimiz erdem saçmalığının ta kendisidir. Bu tam olarak diğerlerinin mutluluğu için kendi mutluluğunu feda etmek anlamına gelmektedir. O insanlarla aynı anda yine onlar gibi davranmak bana göre çok saçma. Aslında özüne bakıldığında toplumun erdem olarak onayladıkları bireyler için mutsuzluk anlamına gelmektedir. Yani toplum bireye her şekilde karşı olmuştur ve onu mutsuz etmiştir.”3Marquis de Sade, Juliette Erdemsizliğe Övgü, çev. Birsel Uzma (İstanbul: Çiviyazıları, 2003), 151.
Bu bahsedilen erdem ve ahlak kavramlarının tam karşısına Sade, erdemsizlik ve ahlaksızlığı koyarak bunların bizim doğamız olduğunu dile getirir. Yani insanın özünde bulunan bu ahlaksızlık dürtüsü, aynı zamanda onun varoluşunda vardır: “İnsan her zaman suça giden yolda gerçek mutluluğu ve yüce hazzı yaşar.”4Sade, Juliette Erdemsizliğe Övgü, 153. Sade’ın her ne kadar sadece pornografik ve sadist yazılar yazdığı düşünülse de o aslında bu hikâyelerinin arkasında her zaman yaşadığı döneme, topluma ve maruz kaldığı felsefi görüşlere göndermelerde bulunur. Esas olan arzu, tutku ve istekler olduğuna göre erdem ve ahlak daima bir illüzyondur. Gerçek hazzı tadan herkes, doğasını yani ahlaksızlığı seçer.
İşte Sade’ın eserlerinde “kadın” tam bu noktada ortaya çıkar ve onun hikayelerinde daima ana karakter olur. Juliette ve Justine sayesinde iki farklı kadın tipine değinir. Bunu da Apollinaire çok iyi şekilde açıklamıştır:
“Justine, eski kadındır, köleleştirilmiş ve sefildir, yeterince insan değildir; Juliette, tersine, onun (Sade’ın) sezdiği yeni kadını temsil eder, henüz bir fikir sahibi olunmayan, insanlıktan sıyrılıp çıkarak kanatlanacak ve evreni yenileyecek bir varlıktır.”5Éric Marty, Marquis de Sade Yirminci Yüzyılda Neden Ciddiye Alındı?, çev. Işık Ergüden (İstanbul: Sel Yayıncılık, 2007), 15.
Sade, yeni ve eski kadını ortaya koyarken aslında kadın üzerinden toplumsal sınıflar arasında bulunan farkları da temsil etmeye çalışmaktadır. Bu kitapta, Justine başına gelen bütün kötülüklere, yalanlara, tecavüzlere ve şiddete rağmen daima erdemli ve iyi olanı yapmayı düşündüğü için kendisi, toplumun alt tabakasını temsil ederken; ona tecavüz eden, kötülük yapan, onu işkencelere maruz bırakan ve bu yaptıklarından dolayı ceza almayan insanlar (Juliette gibi) üst tabaka toplumu, bir diğer yandan da iktidarı temsil etmektedir.
Hikâyenin sonunda Justine ve Juliette kavuşup birbirlerine tüm bu süre boyunca başlarından geçenleri anlatırlar. Ancak Justine, yıldırım çarpması sonucu bir anda ölür. Aslında Sade bu son ile Justine’in erdemli olanı ne kadar seçerse seçsin, doğanın daima üstün olduğunu ve ahlakın doğadan hiçbir şekilde kaçamayacağını simgelemeye çalışır. Justine ne yaparsa yapsın, ne kadar iyi biri olmaya çalışırsa çalışsın yine de hikâyenin sonunda doğanın kurallarına yenik düşmüştür.

Juliette ya da Erdemsizliğe Övgü
Seri olarak yazılan hikâyenin diğer kısmında Juliette, erdemi seçen kız kardeşi Justine’in tam tersine, manastır okulunda temelini attığı ahlaksız ve suçlarla dolu bir yaşamı tercih etmiştir. Juliette, manastırdaki kadınların ona verdiği eğitimle birlikte hayatını fahişelik yaparak sürdürmeye başlar. Daha sonra tanıştığı Noirceuil’ün yaptığı kötülüklere hayran olur ve bu kişiden kötülük, erdemsizlik, ahlaksızlık, din ve tanrı hakkında dersler almaya başlar. Birlikte yaşadıkları cinsel ilişkilerin, yapılan kötülüklerin ve suçların yanı sıra hayat, doğa, ahlak, erdem ve din hakkında yaptıkları karşılıklı konuşmalar ile Noirceuil tarafından eğitilir. Daha sonraları İtalya’ya taşınıp burada daha büyük kötülükler yapmaya başlar. Evlendiği eşini zehirleyerek öldürür, hizmetçisini parçalayarak yer, insanları idam eder ama bunlar da yetmez, bir oğlan çocuğunun kalbini çıkarıp yer. Ne var ki bu yaptıklarının yanında hep bir servete kavuşur ve rahatlık içinde yaşar. En son servetinin yarısını kaybettiğinde ise Fransa’ya döner ve orada da Justine ile karşılaşır. Justine’in bu kadar erdemli bir hayat yaşama çabasına rağmen ölmesi üzerine Juliette’in yaptıkları yanına kalır ve Justine’in ölümünden sonra bile zenginlik ve mutluluk içinde yaşamını sürdürmeye devam eder.
Hikâyenin bu bölümünde, erdem ve ahlak üzerine anlatılar artık çok daha ağırdır. Çünkü Sade, artık burada, Justine üzerinden erdemsizliğin övgüsünü yapar.
Juliette, öğrendikleri ve yaşadıkları karşısında tüm ahlak kurallarını ve değer sistemini reddeden, toplumdaki kadın anlayışına aykırı bir kadındır. Cinselliğini en uç noktalarda yaşayarak hem cinselliği hem de dişiliğini erkeklere karşı kullanır, cinsellik dürtüsüyle birlikte gelen her hazzı ve arzuyu çekinmeden özgürce gerçekleştirir. Sade, kişinin cinsellik dürtüsüne dair çarpıcı fikirlerini her fırsatta dile getirmeye çalışmıştır. Cinselliğin özgürce yaşanabilmesini; doğamızın bizi zaten hazza ve mutluluğa götüreceğini; namus denilen şeyin toplumların baskıları yüzünden oluştuğunu ve onu reddetmek gerektiğini; en önemli şeyin kişinin haz, mutluluk ve arzuları olduğunu savunur. Bu yüzden de bize mutluluk veren şeylerin peşinden korkmadan ilerlememiz gerektiğini söyler.

Sade’ın tüm düşünce sistemini Juliette karakteri üzerinden somutlaştırdığı iddiaları vardır. Çünkü neredeyse Juliette’in yaşadığı gibi heyecanlı ve durmak bilmez bir hayat yaşamıştır. Sade, dünyada her zaman kötülüğün hüküm sürdüğünü ve süreceğini, bu yüzden de iyiliği tercih etmenin insana acı vereceğine inanır. Dolayısıyla erdemsizliğin ve kötülüğün övgüsünü yaparak özellikle din, tanrı ve ahlak üzerinden kabul edilenin çok dışında hatta çağının ötesinde yorumlar yapar. Görüldüğü üzere Sade’ın “doğru” olan anlayışı çok farklıdır.
Sade’ın, yaşadığı dönemin politik ve ekonomik ortamına da göndermelerde bulunduğunu söylemiştik. Hikâyenin Juliette kısmındaki bu toplum-iktidar ilişkisinin, Justine’dekinden tamamen farklılaştığını görürüz.
“Fahişelik yapan, satılabilir ve dolayısıyla baştan sona toplumsallaşmış özne olan Juliette, hem üretici hem tüketici ve imal edilmiş nesne olarak, her türlü karşılıksızlığı kökten ortadan kaldıran kişidir. Bu anlamda, Klossowski’nin deyimiyle, Juliette toplumdur.”6Marty, Marquis de Sade Yirminci Yüzyılda Neden Ciddiye Alındı?, 231.
Sade, bahsedilen politik imgeyi cinsellik, şiddet ve suç üzerinden hikâyeleştirerek toplum-iktidar ilişkisine gönderme yapar. Bu göndermeleri de o dönemin burjuva ve ruhban sınıflarının topluma olan tutumlarını göstererek yapar. Ayrıca Sade, şiddet içeren pornografik yazılarıyla yaptığı sert eleştirilerde insan ile erdem arasındaki ilişkiyi ele alarak kendi felsefesini ortaya koyar. Sade’ın eserleri incelendiğinde kadın karakterleri üzerinden politik ve felsefi düşüncelerini de edebî dille okuyuculara gizliden gizliye hissettirir.
Sonuç olarak Sade’ın romanlarını incelediğimizde onun felsefesini, politik görüşünü ve ayrıca yaşantısını analiz etme imkânına sahip oluyoruz. Ancak hâlâ Sade’ın, hikâyelerini kendi hayatından mı esinlenerek yazdığı yoksa sadece genelgeçer ahlak anlayışına muhalefet olmak için mi yazdığı ayırt edilememektedir. Aynı şekilde hikâyelerinin baş karakterlerinin neden hep kadın olduğu sorusu da havada kalmaktadır. Belki de biz de Beauvoir’nın yaptığı gibi Sade’ı tarafsız bir şekilde analiz etmeli ve bu sürgünle, hapisle geçen hayatı gerçekten hak edip etmediğini sorgulamalıyız. Çünkü aslında Sade, sadece şiddet içerikli, pornografik ve erotik yazılar sunmanın yanı sıra bizi kendimizle ve doğayla aramızdaki ilişkiye yönlendiriyor ve günümüzde hâlâ insanın insanla olan ilişkisini bize sorgulatmayı sürdürüyor.
Kaynakça
- Beauvoir, Simone de. Sade’ı Yakmalı mı?. çev. Cemal Süreya. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2017.
- Marty, Éric. Marquis de Sade Yirminci Yüzyılda Neden Ciddiye Alındı?. çev. Işık Ergüden. İstanbul: Sel Yayıncılık, 2007.
- Sade, Marquis de. Juliette Erdemsizliğe Övgü. çev. Münire Yılmaer. İstanbul: Çiviyazıları, 2003.
- Sade, Marquis de. Justine Ya Da Erdemin Felaketleri. çev. Birsel Uzma. İstanbul: Çiviyazıları, 2000.
© 2024 Çağ Akarken
Dipnotlar
- 1Simone de Beauvoir, Sade’ı Yakmalı mı?, çev. Cemal Süreya (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2017), 7.
- 2Marquis de Sade, Justine Ya Da Erdemin Felaketleri, çev. Birsel Uzma (İstanbul: Çiviyazıları, 2000), 326-327.
- 3Marquis de Sade, Juliette Erdemsizliğe Övgü, çev. Birsel Uzma (İstanbul: Çiviyazıları, 2003), 151.
- 4Sade, Juliette Erdemsizliğe Övgü, 153.
- 5Éric Marty, Marquis de Sade Yirminci Yüzyılda Neden Ciddiye Alındı?, çev. Işık Ergüden (İstanbul: Sel Yayıncılık, 2007), 15.
- 6Marty, Marquis de Sade Yirminci Yüzyılda Neden Ciddiye Alındı?, 231.