Jean François Lyotard ve Jacques Lacan’da Dil, Arzu ve Bireyin Dönüşümü

Babanın Adları

Jacques Lacan’ın Babanın Adları eserindeki yaklaşımları, insanın kimliğinin ve özneleşme sürecinin derinliklerine iner. Lacan’ın psikanalitik kuramı, çocuğun gelişiminde dilin ve toplumsal yapının rolünü vurgular. Ona göre çocuk, annesinden ayrıldıkça ve dilin içine girdikçe toplumsal normlar ve “Babanın Adı” dediği otorite figürü tarafından şekillendirilir. Bu süreçte, çocuğun özneleşme süreci tamamlanırken arzu da dilin etkisi altında biçimlenir.

Lacan, Freud’un biyolojik yollarla sahip olduğumuz olgular olduğunu söylediği olgulara karşı çıkarak ve bunları açıklayarak işe başlar. Lacan’ın açıklamasına göre genç yaşta girdiğimiz dil, bizde arzu üretmekte ve dil temelde patriyarkal olduğu için arzumuzu erkek-egemen kalıplar içinde sabitlemektedir. Bunu daha da ayrıntılı incelediğimizde Lacan’ın da Freud gibi çocuk gelişimini evrelere ayırdığını görürüz. 

Lacan’a göre her bebek, altı aydan önce tamamen anneye bağlıdır. Çünkü hareketlerini kontrol etme becerisine ve bir kendiliğe sahip değildir. Bebekler sadece duyumsarlar ve dürtüleri vardır. Bir sonraki dönem, altı aydan on sekizinci aya kadar uzanır. Lacan bu döneme ayna evresi ya da “imgesel düzen” der. Bunu demesinin sebebi de kısaca bebeğin bir aynada kendi imgesinin yansımasını görünce, kendisi olduğunu fark etmesinden dolayıdır. Bebek, bu ayna sayesinde yani başkasının gözüyle (toplum ve kültür) kendisini görmeye başlar ve kendilik bulmaya çalışır. Çocuğun aynada kendini tanıması, ona kendiliğinin ilk defa farkında olma ve kendi hareketlerini kontrol etme olanağını sunar. Bu dönem, bütünlüğün yavaş yavaş bozulduğu ve parçalandığı dönemdir. Yani çocuk aslında yine anneye bağımlı olduğu bu dönemde, ondan ayrı olduğunun da farkına varmaktadır. 

Çocuk artık annesiyle olan ilişkisini kopararak ve bunun ötesine geçerek toplumsal hayata katılmayı öğrenmek zorundadır. Bu da Lacan’a göre ancak çocuğun dil öğrenmesiyle gerçekleşebilir. Burada Lacan’ın dil öğretmekten kastettiği, birkaç ses veya sözcüğü söylemek değil, aynı zamanda dili sürekli kullanmak ve dilin onun tüm düşüncelerine ve eylemlerine dâhil olması demektir. Çocuk, dile bu kadar kapsamlı bir şekilde girdiği zaman annesiyle olan birebir ilişkisinden tamamen çıkar. Dil, çocuğu tamamen anneden kopardığı için de Lacan dile “Babanın Adı” der. Dil, geleneksel bir baba tiplemesidir ve toplumun taleplerini dayatan bir otoritedir. Burada da Lacan’ın, dili patriyarkal olarak gösterdiğinin izlerini görebiliriz.

Dile girmekle çocuk artık Lacan’ın “sembolik düzen” dediği döneme girer. Lacan bu terimle birlikte iki şeyden bahseder. Birincisi, yapılanmış bir semboller kümesi olarak dildir. İkincisi ise dile girme sonucunda ortaya çıkan, insan varoluşunun arzulayan unsurudur. Sembolik düzene girmek, çocuğun birlik ve bütünlük anlayışını geride bırakmasını sağlar. Bu dönemde çocuk, babanın (otoriterin) sözleriyle ve diliyle kimlik kazanmaya başlar. Bu sebeple bu dönem için öznenin oluşumunun başlangıç yasası diyebiliriz.

Bütün bu gelişim boyunca arzunun yeri ise ilk başlarda talep ve ihtiyaçtan oluşuyordu. İmgesel düzende çocuk, anneden hem sevgi hem de fiziksel ihtiyaçları için talepte bulunuyordu. Ama simgesel düzende dile girmiş olan çocuk artık tam ve mükemmel olamayacağının farkında olup yine de öyle olmaya can atmaktadır. Doyurulmaz olan arzu artık tatmin edilemeyecek ve sakinleştirilemeyecek duruma gelmektedir. Aslında kişi geliştikçe arzunun anlamı da değişmektedir.

Toparlayacak olursak Lacan, tüm toplumlarda sembolik düzenin, insanların kültürü ve yaşam tarzını temelde düzenlediğini söyler. İnsanın ruhsal yapısındaki kültürel etki, sembolik alan ile açıklanmaya çalışılmıştır. Lacan, kuramının temeline “dil”i koyarak kültürel düzeni oluşturan şeyin dil olduğunu söyler. Lacan’ın aslında tek istediği, öznenin özneleşmesidir ve buna da ancak kişinin yukarıda bahsedilen dönemlerden geçerek ulaşabileceğini anlatır.

Lacan’a göre bireyin özneleşmesi ve kişilik gelişimi, sembolik düzende gerçekleşir. Bu süreç, bireyin dil aracılığıyla kendini ifade etmesi, toplumsal normları içselleştirmesi ve kültürel kodları benimsemesiyle şekillenir. Dolayısıyla bireyin özneleşmesi ancak sembolik düzen içindeki belirli dönemlerden geçerek mümkün olabilir.

Lacan’ın temel vurgusu, öznenin sembollerle dolu bir alanda şekillendiği ve ancak bu sürecin tamamlanmasıyla gerçek bir özne oluşturulabileceği yönündedir. Bu süreçte, bireyin içselleştirdiği semboller ve dil yapıları onun kimliğini belirler ve onun toplumsal rolünü şekillendirir. Dolayısıyla Lacan’ın amacı, bireyin bu sembolik düzende özneleşmesini ve kendini gerçekleştirmesini sağlamaktır.

“Niçin Felsefe Yaparız?”

Jean François Lyotard, “Felsefe nedir?” sorusunun yerine “Niçin felsefe yaparız?” diye sorarak dikkati başka bir yere yöneltmeye başlamıştır. Aynı isimli konferansında Lyotard, dört farklı ders anlatmaktadır. Birincisinde felsefenin, herhangi bir şeyin ilgili olabildiği kadar arzuyla ilgili olduğunu ve basit bir tutkudan başka bir şey olmayıp sadece kendi üzerine eğilen bir alan olduğunu ortaya koymaya çalışmıştır. Felsefenin varoluşunda varlık ve yokluk çelişkileri ve aykırı durumlar yatar. Ayrıca felsefenin, arzuyla felsefeyi birleştirdiği nokta, kendi içinde sevmeyi ve arzulamayı barındırmasından kaynaklıdır. Ne de olsa “felsefe yapmak bilgeliği arzulamak değildir, arzuyu arzulamaktır.” Buradan da anlaşılıyor ki felsefe yapmak, kendi içinde arzuyu barındırır ve kendini arzulayan bir arzudur.

Konferansın ikinci dersinde, Lyotard’ın düşüncelerine göre felsefenin kökenini aramak anlamsızdır. Felsefenin asıl amacı, bütünlüğün eksikliğinden kaynaklanan bir ihtiyacın sonucunda ortaya çıkar. Ona göre felsefe, geçmişte kalmış bir şey değildir; sürekli devam eden bir süreçtir. Bu yüzden felsefenin kendi kökeni, felsefe tarihinde yatar.

Lyotard’a göre felsefe yapma ihtiyacı, birliğin kaybıyla ilişkilidir. Modern dünyada bütünlüğün kaybedilmesi ve çokluğun, farklılığın ve çeşitliliğin artmasıyla birlikte felsefeye olan ihtiyaç da artar. Ona göre felsefenin kökeni, birliğin kaybı ve anlamın ölümüyle ilişkilidir.

Bu bakış açısına göre felsefe, sürekli olarak kendini yeniden keşfeder ve yeniden şekillendirir çünkü insanın dünyayı ve kendisini anlama ve yorumlama biçimi sürekli olarak değişmektedir. Dolayısıyla Lyotard’a göre felsefe, tarihsel bir süreçtir ve felsefi düşüncenin kökeni, insanın sürekli değişen deneyimlerinde ve düşünsel arayışlarında yatar. Şöyle diyor Lyotard: “Felsefe yapma ihtiyacı var çünkü birlik kayboldu. Felsefenin kökeni birin kaybı, anlamın ölümüdür.”1Jean François Lyotard, Niçin Felsefe Yaparız?, çev. Kurtuluş Dinçer (Ankara: Pharmakon Yayınevi, 2016), 45.

Üçüncü derste, felsefi sözün ne olabileceği konusuna eğilir. Lyotard’a göre düşünmek ve söylemek (konuşmak) aslında aynı şeydir. İnsanlar düşünmeden konuşamaz ve bu yüzden de konuşmadan iletişim kuramaz. Adını koyduğumuz şeyleri bir araya getiremiyorsak düşünmüyoruz demektir. Düşünce, sadece sözün hizmetçisidir. Felsefi söz, herhangi bir söylem içine kapatılamaz. Örneğin, o, dinin sözü de değildir; bilimin sözü de değildir. Bu yüzden arzuyu da kendi içinde barındırır.

Bütün bu dersleri toplayıp son ders olan felsefe ve eylem konusunda, felsefe yapmanın; bir işe yaramadığını, hiçbir yere götürmediğini -çünkü kesin sonuçlar ve söylemler oluşturmadığını- ve sürekli peşinden gidilip eksikliği hiç giderilmeyen bir arzu olduğunu söyleyebiliriz. “Niçin felsefe yaparız?” sorusu aslında “Niçin konuşuruz?” sorusuyla aynı yere koyulur bu derslerde. Çünkü felsefe yapmak, dil ile, konuşmayla ve arzuyla aynı şeydir ve aynı yerdedir. 

Bu derslerinde Lyotard, bireyin de özne olmasında, bu arzunun ve sözün önemine değinir. İnsan, hep elde ettiğini ya da gücün kendi elinde olduğunu sanar. Ama öncelikle öznenin özerk olabilmek için ve bireyin dönüşebilmek için dilin ve arzunun farkında olması gerekir. Öznenin özneleşme sürecinde hem Lacan’da hem de ondan etkilenmiş olan Lyotard’da gördüğümüz gibi dilin doğası ve dili oluşturan toplumsal yargılar ve roller aslında bireyi değiştirmekte ve geliştirmektedir. 

Lyotard, konferasını şu açıklayıcı sözleriyle bitirir:

“Niçin mi felsefe yaparız: Çünkü arzu var, çünkü mevcudiyette yokluk, canlı olanda ölü var; ve yine henüz bizim olmayan gücümüz var; ve yine çünkü yabancılaşma, elde ettiğimizi sandığımız şeyin kaybı ve olgu ile yapma arasındaki, söylenen ile söyleme arasındaki mesafe var; ve son olarak çünkü eksikliğin mevcudiyetine kendi sözümüzle tanıklık etmekten kaçamıyoruz.”2Lyotard, Niçin Felsefe Yaparız?,109.

Kaynakça

  • Lacan, Jacques. Baba-nın-Adları. çev. Murat Erşen. İstanbul: Monokl Yayınları , 2014.
  • Lyotard, Jean François, Niçin Felsefe Yaparız?. çev. Kurtuluş Dinçer. Ankara: Pharmakon Yayınevi, 2016.

© 2024 Çağ Akarken

Dipnotlar

  • 1
    Jean François Lyotard, Niçin Felsefe Yaparız?, çev. Kurtuluş Dinçer (Ankara: Pharmakon Yayınevi, 2016), 45.
  • 2
    Lyotard, Niçin Felsefe Yaparız?,109.

İstanbul Üniversitesi felsefe bölümünden mezun olmakla birlikte yüksek lisansını yine felsefe alanında kadın araştırmaları ve Marquis de Sade’ın eserleri üzerine yaptığı tez çalışması ile tamamlamıştır. Şu anda kariyerine bankacı olarak devam etmekle birlikte bir yandan değişen dünyayı özgürce yorumlayabileceği ve daima yazmaktan keyif alacağı bir platform olan Çağ Akarken'de yazarlık yapmaktadır. Çalışmadığı ve yazmadığı zamanlarda ilgisini çeken her şeyi okumaktan, ruhuna iyi gelecek şeyler yapmaya çalışmaktan, bol bol korku filmi izlemekten ve kürek çekmekten hoşlanır.

Yazı Aboneliği
Bildir
guest
0 Yorum
Beğenilenler
En Yeniler Eskiler
Inline Feedbacks
View all comments

Okuma Önerileri