Damlalar: Felsefe ve Estetik Duyuşlar

Wagner Ring’i yirmi yıldan fazla bir sürede tamamlamış. Rilke Duino Ağıtları’yla, Kant da Eleştiri külliyatının ilkiyle on yıl boğuşmuş. Sonuç hepsi için muazzam olmuş. Anıt eserler çıkmış ortaya. Bu üç hikâyenin hayran kalınacak ortak yönü, ortaya çıkan ürünler değil sadece. Malum seveni var sevmeyeni var; beğeneni var küçümseyeni var; kabul edeni, reddedeni var. Hayran kalınacak asıl yön bu üç adamın dirayeti, hiç vazgeçmeyişleri, yılmayışları. Peki irade denilen şey var mıdır? Sanmam. Ancak sebat ve sabır davranışlarda gözlemlenebiliyor. Bu iki erdem, dinsel bağlamlarından koparılmaları koşuluyla insan davranışında tespit edilen karakter özelliği olarak ortaya çıktığında yani olay ve durumların seyri ne olursa olsun bireyin değişmez bir davranış şekli olarak vuku bulduğunda muazzam bir etki yaratıyor. Kıyamet günü yer ve gök yarılırken elinden kalemini bırakmayıp son cümlesini tamamlamaya çalışan insan imgesini kurmaca veya absürt bulan, büyük bir yanılgı içinde olacaktır: hasta yatağında can çekişen yazar, kendi kıyametinin eşiğinde zamanı yakalamak için sarsılan vücudu ve titreyen eliyle kalem tuttuğu için. Elbette Proust’tan söz ediyorum. Proust, bu üç adamın öyküsünün ortak motifini kendi bünyesinde destanlaştıran isimdir. Kendi yarattığı kozmosla birlikte kendi içine çöken güneştir. Karanlığa gömülmeden önce her şeyi muazzam bir kuvvetle kendi içine çekmiştir. Proust bu üç adamda fenomen olanı âdeta Noumen’e dönüştürür yani âdeta tözleştirir. Proust kendinde sebat, kendinde sabırdır. Proust yakalanan zamandır ve zaman bir kez yakalandıktan sonra geriye ne kalır ki ölmekten başka? Bu arada Schopenhauercılar alkış tutmasın sakın, iradeden söz etmiyorum. Sadece Proust’tan söz ediyorum.

***

Verlaine, o güzelim şiir üzerine şiirinin bir mısrasında şöyle der: “Rengin değil ara rengin peşindeyiz”. Felsefedeki yolculuğum süresince kılavuz edindim bu mısrayı. Elbette şairin hiç kastetmediği bir biçimde. Böylece büyük isimlerin gölgesinde kalmış büyükleri aradım tozlu raflarda. Bilemezsiniz ne çok saklı kalmış, unutulmuş hazine buldum kıyıda köşede. Meğerse ne çok renk varmış bize öğretilen, bellediklerimiz haricinde. Böyle keşfettim Kant’ın Prusya mavisi tonunda Vaihinger’in Die Philosophie des Als Ob’unu. Kurmacalar içinde uzun gezintiler yaptım sayesinde, ıhlamur ağaçlı yoldan sapan güzergâhlarda. Philosophie des Unbewussten’de, E. von Hartmann’ın tonunu ayırt ettim üstadınınkinden. Psychologie vom Empirischen Standpunkt ile anladım Husserl’in göz alıcı rengini kimden aldığını. Hele Mikrokosmos’la karşılaştığımda unuttum uzun bir müddet bana belletilmiş tüm renkleri. Ne yazık artık okunmuyor ve okutulmuyor bu ustalar, niceleri gibi. Tozlu raflarda duruyorlar solmuş çiçekler gibi. Berdyaev’ler, Trendelenburg’lar, Cohen’ler, Mach’lar, Paulsen’ler, Meyerson’lar, Kuno Fischer’ler… Ama biz yine de şiirin şiiriyle esinlenip uzatalım ellerimizi tozlu raflara ve mırıldanalım eski ciltlerin unutulmuş sayfalarını çevirirken eşsiz şairin o eşsiz mısrasını: “Rengin değil ara rengin peşindeyiz”. 

Bilsin bunu elimizdeki eskimiş cilde müstehzi bakanlar.

***

Johanna Schopenhauer kızı Adele ile birlikte. Caroline Bardua tarafından 1806 yılında resmedilmiştir.

Goethe, Weimar çevresinin gözünde yakışık almayan bir evlilik yaptığında çareyi meşhur pesimist filozofun annesinin kapısını çalmakta bulmuştu. Bu seçkin kadının kabulü, Weimar çevresinde suların durulmasına sebep oldu. Biz artık Johanna’ya oğlunun gözünden bakmamayı öğrenmeliyiz, aslında kadına da. İki yüzlü, seviyesiz erkek meclislerinin kadın hakkındaki boş gevezeliklerini dikkate almıyorum bile. Schopenhauer, Nietzsche gibi düşünce dünyamızın ustalarından söz ediyorum maalesef. Bizler alkışı nerede esirgeyeceğini kestiremeyen konser izleyicilerine benziyoruz bu konuda. Ellerimizi bir kez çarpmaya başlayınca duramıyoruz. Mozart’ın bir senfonisini enfes yorumlayan Orkestrayı alkış tufanına tutuyoruz. Peki sonra; sonra sahnede aynı Şef ve aynı Orkestra işte; bu sefer Bruckner. İlk notalar işitiliyor. Kulak veriyoruz. Fakat bu Bruckner mi gerçekten? Sonuç, pes doğrusu; yine aynı alkış tufanı. Nezaketten olsa gerek diyorum kendi kendime. Çarpıyorum ben de ellerimi birbirine keyifsizce. Pek çok vesileyle alkışladım bu dâhileri de. Ama hayır, kadın konusu hariç. Şimdi kimse kusura bakmasın lütfen, nezaketsiz olmayı daima yeğlerim bu konuda. Gelgelelim Goethe anlamıştı bu genç dâhinin sorununun ne olduğunu. Sessizce tutuşturdu eline, üzerinde kendi eliyle yazdığı dizenin olduğu küçük kâğıdı. Omzuna vurup uyaran babacan bir ses gibiydi dize: Evlat diyordu: “Değerince sevinmek istiyorsan, dünyaya değer vermelisin.” Ömrü boyunca sakladı bu dizeyi Schopenhauer. Belki de kafasında şimdi bizim onun yerine değiştirip tamamladığımız gibi tamamladı dizeyi genç dâhi: “Değerimce sevinmek istiyorsam, dünyaya değer vermeliyim; Annem gibi”. Diyorum ki; Johanna Schopenhauerları yargılamaktan vazgeçelim artık beyler. Vazgeçelim artık okumaktan tarihi horoz gözüyle. Alkışı nerede keseceğini bilmek, büyük erdem. 

***

Caspar David Friedrich, “Der Wanderer über dem Nebelmeer” (1818)

Kant sanatlarla pek ilgilenmedi. Latince bilgisiyle bu dilin büyük şairlerini okudu daha çok, böylece zevk aldı şiir sanatından. Okumayı ve okutmayı sevdiği Baumgarten’dan Estetik öğrendi. O da şiir sanatına hâkimdi. Zevkleri uyuştu. Kritik der Urteilskraft’ta onun izinde yürüdü Königsbergli Çinli Bilge. Estetikte açtığı tartışmalar her ne kadar İngiliz Estetikçileri tarafından zaten biliniyor olsa da onları aşan bir derinlik kazandırdı meselelere. Romantiklerin gözünden kaçmadı bu. Caspar David tuvale aktardı Kantçı felsefeyi. Sırtını döndü bize, bizi yerleştirdi bir sihir gibi kendi perspektifine. İşte dedi dünya böyle yüce, bakarsanız eğer benim gözümle. Baktık ve fark ettik: Tüm imkânlar öznede bulunmakla anlamını kazanmaz, tüm öznelerde bulunmakla anlamını kazanır. Ben bir şey değildir, sen bir başka ben değilsen. Tartışmıyorum. Sihir yapıyorum. Hegel’le birlikte söyleyelim, felsefe sanılanın aksine en soyut olan değil, en somut olandır. İnanmıyor musunuz? Der Wanderer’e bir bakın derim. İkna olmadınız mı? Cornelis Escher’in sergi solununa bir uğrayıverin o hâlde. Uyarayım bu arada, aman kör noktaya denk geleyim demeyin. Sonra ne çıkabilir ne de girebilirsiniz içeri. Bu sihirbaz zaman ve mekân görünüzü saf hâliyle görületip hapsediverir sizi. İmkânsız mı? Sihir bu; imkânsızı mümkün göstermek değil mi zaten, el ele verdiğinde sanatçının ve filozofun işi.

Maurits Cornelis Escher, “Print Gallery” (1956)

***

Kutsal mekânlar estetik açıdan cezbedicidir. Her dine özgü estetik, sarıp sarmalar bu mekânlara girenleri. İnanalım inanmayalım; kiliseler, camiler, sinagoglar, tapınaklar etkisi altına alır estetik duyarlılığı olan herkesi. Her biri ayrı bir efsunlu hava yaratsa da kiliseden söz etmek istiyorum şimdi, daha doğrusu kilise vitraylarından. Okuduğum ilkokul, işgal devrinden önce Fransızlar tarafından inşa edilmiş eski bir rahibeler manastırıydı; bu sebeple koridorları, kapıları, döşeme taşları ama özellikle rengarenk camlarıyla dinsel bir atmosfere sahipti. Bu renk cümbüşünü, girdiğim ilk kilisenin vitraylarında da gördüğüm anda okulumdakinin ne kadar sönük kaldığını fark ettim. Aradaki fark büyüktü gerçekten. Bu farkın her kilisede devam ettiğini kavradığımda daha çok dikkat edip daha fazla izlemeye başladım onları. Ancak asıl keşif zevkim İtalyan besteci Ottorino Respighi’nin Vetrate di chiesa (Kilise Vitrayları) eserini dinleyince sınırsız derecede arttı. Her şey başka bir havaya büründü böylece. Seslerin rengi dile getirince vitraylarınkini, bir anda Debussy’nin kapısında buldum kendimi. İzlenimci palet, birçokları gibi büyüledi beni. Debussy salkımları; mor, yeşil, sarı üzümler gibi her biri ayrı bir lezzetle besledi daima sanat zevkimi. Respighi kapıyı açtı, girdim içeri; Roma çeşmelerinde susuzluğumu giderdim, çamlarının altında yorgunluğumu. Ancak sadece kiliselerinde buldum, arayıp durduğum huzurumu. Bir kutsal mekânın kapısından giriş bir yolculuktur; kimi için kutsal, kimi için sanatsal. Adımlanan yol ayrıdır ama aranan aynı. Kilise vitrayları; ışığın prizmadan süzüldüğü dünya, aranan huzurun, sessiz seslerin mekânı. La fuga in Egitto (Mısır’a Kaçış) bir öykü anlatsa da duyduğumuz yalnızca renktir aslında. İzlenimci palet Monet’den önce kilise vitraylarında başlar kanımca.

***

Zarafet benim için ayrıcalıklı bir estetik kategoriydi her daim. Özellikle de müzikte. Sanatta bir yeri her zaman olmalı kanımca, hayatta da. Sizi bilmem ama zarafet deyince benim aklıma gelen büyük Mozart’tır her zaman. Vardır mutlaka başkaları da ancak bu olağanüstü dâhinin flüt ve harp konçertosu aşılamamış gibi geliyor bu konuda bana. 299 Köchel sayılı Do majör olanını kastediyorum, ezgileri kuğu kıvrımı kıvamında. Temposu, tonu, tınısı hafifçe süzülür gibi suda. Resimdeyse Gerard ter Borch var aklımda; hiçbir masa örtüsü, hiçbir elbise katı böyle kıvrılmamıştır tüy ağırlığıyla. Hiçbir kadın eli, hiçbir erkek eli böyle tutmamış, çalmamıştır enstrümanı tüy dokunuşuyla. Tavırlar zarif, duruşlar zarif, ezgiler zarif, hayat zarif. Rönesans veya Rokoko övgüsü, Barok yergisi yapmak değil derdim; ne Burckhardt eleştirisi ne Wölfflin savunusu yapmak peşindeyim. Bugün eksikliğini gittikçe daha çok hissettiğim bir değerden söz ediyorum sadece. Eksilmesiyle eksildiğimiz bir değer, hayatta da sanatta da.

Gerard ter Borch, “A Woman Playing the Theorbo-Lute and a Cavalier” (1658)

***

Viyana Çevresi’nin ürettiği felsefeyle ilgimiz, mantık bilgimizin yetersizliği sebebiyle yüzeysel oldu maalesef. Ülkemizde felsefeyi bilimsel çizgide yapmaya çalışan bir iki isim dışında nüfuz edemedik bu çevrenin felsefe anlayışına. Wittgenstein dışındaki isimler pek tutulmadı, tutunamadı üniversitelerimizde. Teğet geçtik çoğunlukla tüm önemli üyelerini. Oysa Berlin okulunun en önemli ismi, bizde felsefenin temellerini atmaya çabaladı, en eski kurumumuzda. O da tutunamadı, soluğu aldı Amerika’da. Einstein’a yazdığı mektup, ülkemiz eğitim sistemiyle ilgili yakınmalarla yüklü maalesef. Felsefenin bilim ve matematik temelli bir eğitimle desteklenmiyor oluşu ülkemizle ilgili şikayetlerinin başında geliyor. Elbette yeni ekilmiş bir fidan var eski toprakta. Bu taze çiçeğin narin gövdesi bu yüzden yetersiz kalmış dallarını uzatmakta her yana. Ama bugün de durum pek değişmedi ne yazık; felsefe, mantık bilmeyenlerin elinde yüzüp duruyor hâlâ tekinsiz metafizik sularda. Mantık derken Leibniz, Frege, Peano gibi ustaların elinde doğup Principia Mathematica’da en gelişmiş meyvesini verenden yani matematiksel olanından söz ediyorum. Analitik denilen felsefe de bilindiği gibi aslında bu çizginin bir devamı. Dar bilimci bakışı savunmuyorum, yanlış anlaşılmasın sakın. Hayır uzağım böyle radikal tutumlardan. Yine de kanımca aklanmış değil hâlâ metafizik, istediği kadar gönül çelici olsa da. Hâlâ felsefe yapmak için en iyi araçlardan biri mantıksal analiz kanımca. Unutmayalım ama, gerektiği yerde gözlemle de desteklenmeli analizimiz her adımda. Sorun şu, alelacele teğet geçerken olumsuz yanları çarptı gözümüze sadece bu hattın. Kimse ciddi bir biçimde vermedi vaktini mesela Principia’ya. O muazzam eserin büyüleyici argümanlarına. Oldu bittiye getirildi iş, duyduklarımızla yetindik ve tırmanmadan atladık üzerinden. Atlayabildik mi gerçekten? Onca merdiveni bir sıçrayışta aşacak kuvvet var mıydı bacaklarımızda? Reichenbach, Carnap, Schlick, Neurath, Hahn, Russell, Ramsey hâlâ hocalarımız olmayı hak etmiyor mu hakikaten? Cantor, Peano, Frege, Schröder, Dedekind’siz de olmaz elbet. Bir zahmet sıvayalım kolları, girişelim işe. Devşirelim meyveleri. İtirazım yok; eleyelim zamanı geçmiş, çürümüş olanları. Principia ile hesaplaşalım helalleşmeden önce. Bırakalım darbe sevdasını. Gödel yapmış bile olsa. Elbette alkış tutalım dehasına. Ama zamanı gelince, önce değil. Yapılacak onca iş varken bekletin az biraz sabırsız elleri. Yapılmışı yapmakla da suçlamayın lütfen beni. Yeniden Amerika’yı keşfedelim demiyorum. Oturmadığımız, hiç barınmadığımız topraklar üzerinde hak iddia etmeyelim diyorum sadece. Hele etrafını çitle çevirip başkalarına yasaklamaya hiç yanaşmayalım. Ölmüşü diriltmek de değil bu. Biliyorum, felsefe bu dünyada kalmalı elbet. Ve şunu da ekleyip kapatalım bu faslı da nihayet; son sözün söylendiğinin sanıldığı her yerde, felsefe söylememiştir sözünü henüz. 

***

Bizim kültürümüzde Hezarfen olarak geçen insan tipi, kanımca tartışmasız tüm zamanların yetişmiş en üstün insan tipini temsil eder. Antik dünyada ve Rönesans’ta sıkça rastlanan ancak bugün neredeyse tükenmiş olan bu özel tipi ortaya çıkaran koşullar dikkatlice incelenmelidir. Çünkü bu tip insana bugün her zamankinden çok daha fazla ihtiyacımız var. Nietzsche’nin ifadesiyle Rönesans tarzı erdemlerle yani “moral”siz erdemlerle yetişmiş yüksek kültürlü insanlara. Mesela Goethe gibilerine; İtalya Seyahati’ni, Dichtung und Wahrheit’ını ne zaman okusam, sekreteri Eckermann’ın kaydettiği sohbetlerini ne zaman elime alsam nefesim, dimağım açılır, kanım kaynar, adımlarım sıklaşır, koşasım gelir. Nereye mi? Her yere. Gitmeye değer her yere. Bilginin olduğu her köşe bucağa. Tüm kuvvelerim için için kaynaşır, oluşturmak için yeni bir beni âdeta. Spinoza’nın diliyle söyleyeyim; kudretim sınırsız bir biçimde artar, iyinin de iyisi bu karşılaşmayla. Buz gibi temiz dağ havasını solumak, diye açıklıyor Zerdüşt’ün yaratıcısı bu dinçleşme hâlini. Hezarfen en geniş renk tayfıdır. Ebemkuşağıdır, sayısız tondan mürekkep. Tatsız uzmanın, körleştiren uzmanlaşmanın zıddıdır. Bin gözlü, yüz bin gözlüdür o. Engin olandır. Kucak açan, her bir şeyin sığacağı kocaman. Ancak bir Hezarfen kaleme alabilirdi elbet Batı’nın olduğu gibi Doğu’nun da Divan’ını. Sınırları kaldırandır o çünkü, geçersiz kılan. Her daim köprüler kuran. Hezarfen hep yolda olandır. Nereye gittiğini bilen, nereden geldiğini bilen. Bildiğini bilen, bilmediğini bilen. Bilmeyi bilen. Nerede bulacağını bilen. Nerede duracağını bilen. Daha saymaya lüzum yok. Karşılaştığınız anda anlarsınız zaten; buz gibi, tertemiz bir hava akımı. Kaç rakım kim bilir? Bir soluk, bir soluk daha. Ciğerler bildirir size artık başka bir iklimdesiniz. Yerde değil göktesiniz. Hezarfen: Teşbihte hata olmaz, ebemkuşağıdır ta Walhalla’ya uzanan. 

***

Théodore Géricault, “Study of Feet and Hands” (1818-9)

Nietzsche’ye saygıyla: Biliyorum Nietzsche severler haklı olarak pek rahatsız bu durumdan, ustanın eserinden rastgele yapılan alıntılarla her önüne gelenin değerli sandığı duygu ve (düşünceleri diyemeyeceğim) inançları için sözcü yapılmasına. Dijital platformları coşturan, duygulandıran, hayran bırakan yeni Nietzsche imgesi ister istemez öfkelendiriyor bizleri. Bitmiyor bu kıyım. Bitmiyor bu çarpan hassas yüreklerin araya reklam alma merakı. Gittikçe uzaklaşıyoruz ustadan, gerçek dışı bir imge avutuyor gönülleri. Emek vermeyen kolaycılık, göz kırpan, eğlence sever ahkâm kesme sevdalısı lafazanlık. Tişörtler üzerinde ustadan alıntılar; duvarlarda, sanal ortamlarda. Yığın yığın, kopuk, kanayan cümleler; Géricault’nun kesik el ve ayak resimleri gibi kime ait olduğu belli olmayan. Yakınmak değil derdim aslında, uyarmak sadece. Yanlış anlaşılmasın, bilen biri olarak konuşmuyorum; tersine ustanın metinleri karşısında sıklıkla çaresizliğe kapılan biri olarak konuşuyorum. Böyle bir ustanın kurduğu fikrî yapı, bir yapboz gibidir âdeta; her parçanın bütünde bir yeri vardır, diğerleriyle uyumlu bir yeri. Parça, bütün gözetilmediğinde, düzgün olmayan eğri büğrü bir şekildir sadece. Daha da önemlisi parça uygun yerine konduğunda, bütün tamamlanmış olmaz çünkü bir başka şeyi imler. Bir şeyin resmidir sonuçta, üstelik tüm parçaların şekilleriyle ilgisiz bir şeyin. Demem o ki bir alt metne veya bir üst metne gönderme yapar, açıkça ifade edilmemiş, bildirilmemiş. İz sürmeyi bilen kılavuzlar talep eder her adımda tam da bu sebeple. Alıntı kırpıldığındaysa durum daha da vahim bir hâl alır. Çünkü kırpılıp atılan önceki kısım, kalan kısımdaki gizemli havayı silmektedir aslında. Misal; son zamanlarda dolaşımda olan enfes mücevheri, göz kamaştıran şu meşhur uçurum, boşluk imgesiyle tedirgin edeni ele alalım. Alıntılayalım dolaşımda olan kırpılmış hâlini: “Sen uçuruma (boşluğa) uzun süre bakarsan uçurum da sana bakar”. Etkileyici değil mi? İnsanlığı kadim devirlerinden bu yana dehşete, korkuya düşüren imge: boşluk, uçurum; hele bir de bize bakanı. Katmerli ürperiş, ama keyifli de. Şimdi yeniden alıntılayalım ustanın aforizmasını ancak kırpmadan ve öncelikle de ana dilinden: “Wer mit Ungeheuern kämpft, mag zusehn, daß er nicht dabei zum Ungeheuer wird. Und wenn du lange in einen Abgrund blickst, blickt der Abgrund auch in dich hinein.” yani “Canavarlarla [zalimlerle] savaşan kimse, bu süreçte canavar [zalim] olmamaya özen göstermelidir. Ve sen uçuruma [boşluğa] uzun süre bakarsan, uçurum [boşluk] da sana bakar.” Kırpılan kısım eklenince mesele anlaşıldı değil mi? İlkel korkularımız uyanmasın hemen. Gördünüz mü? Derdi başka ustanın. Unutmayalım gövdeden kopmuş her uzuv, gövde ortada yoksa her gövdeye ait olabilir yani boşlukta asılı kalır sonsuza dek. Gericault’nun kesik el ve ayakları herkesin olabileceği için hiç kimsenindir artık. Parçalanmış, gövdeden ayrılmış, kanayan cümlelerin işlevi yoktur, faydası da; parça bütünde anlamlıdır. Bütünse anlamını, işaret ettiği ve ilişkide olduğu başka bütünlerde bulur. Yani Nietzsche’nin diğer metinlerinde. Sonsuz imleme mümkündür elbet. Ama korkmayın, gerçekte anlam sonsuzca ötelenmez. Sonsuz ilişki mümkündür ama dile gelemez, dahası gerekmez. Bir yerde doyar kavram, bardak bir yerde dolar. Çamur; su ve toprak karışımıdır dedikten sonra toprağın miktarı, türü, rengi, toprak tanrıçası vs. suyun moleküler yapısı, miktarı, rengi, su perileri vs. üzerine konuşabiliriz, tartışabiliriz ama bunlar çamur deyince anladığımızı, çamur tanımımızı değiştirmez. Nietzsche okumak yapı sanatında bir alıştırmadır öncelikle, her parçanın yeri bütün gözetilerek düzenlenmelidir. Tek bir hatalı yerleştirme, tek bir eksik kolon veya kiriş felakete neden olabilir. O yüzden kesmeyelim, yüklemeyelim, bozmayalım. Uzun lafın kısası biraz emek verelim, hak edene biraz özen gösterip bir parça da saygı duyalım.

© 2024 Çağ Akarken

İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde profesör ve Türkiye Wagner Topluluğu’nun kurucusudur. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Konservatuarı'nda Müzik Felsefesi dersleri vermektedir. Müzik felsefesi, felsefe tarihi, fenomenoloji ve felsefe ile sanatın kesiştiği birçok alanda çok yönlü çalışmalara imza atmakta ve dersler vermektedir. “Felsefenin Perspektifinden J.S. Bach ve Richard Wagner'in Sanatı” isimli kendi kitabının yanı sıra son yıllarda hem Wagner’in “Nibelung Yüzüğü” operasının ilk kısmı olan Ren Altını’nın çevirisinin yapıldığı “Nibelung Yüzüğü 1: Ren Altını” kitabının editörlüğünü hem de “Müzik Defteri” dergisinin editörlüğünü yürüterek müzik ve felsefe alanlarına önemli katkılarda bulunmayı sürdürmektedir.

Yazarın Diğer Metinleri

Damlalar: Anılar

Tatsız bir günden dökülen: Samiha Ayverdi’nin İstanbul Geceleri veya Abdülhak Şinasi Hisar’ın Boğaziçi Mehtapları’nı okumak bana iyi gelmiyor. Bu çok sevdiğim…

Devamını Okuyun

Damlalar: Müzik

Brahms’ın müziğine sisli yakıştırması, Wagner’in müziğine akkor yakıştırması kadar yersiz. İkisi de kendi tarzları içinde çok büyükler. Bu…

Devamını Okuyun
Yazı Aboneliği
Bildir
guest
0 Yorum
Beğenilenler
En Yeniler Eskiler
Inline Feedbacks
View all comments

Okuma Önerileri