Damlalar: Anılar

Tatsız bir günden dökülen: Samiha Ayverdi’nin İstanbul Geceleri veya Abdülhak Şinasi Hisar’ın Boğaziçi Mehtapları’nı okumak bana iyi gelmiyor. Bu çok sevdiğim iki ustanın eserlerinde bir kusur olduğundan değil elbette; içinde hâlâ yaşamakta olduğum şehrimin, İstanbul’umun kıymetinin nasıl bilinmediğini, efsunlu güzelliklerinin nasıl imha edildiğini, her semtine özgü dokunun ve yaşama kültürünün nasıl bozulduğunu bana pek acı bir şekilde ve kuvvetle hissettirdiklerinden. Amerika’yı örnek alan modernleşme serüvenimiz pek çok büyük hata barındırır ancak bunların içinde en yıkıcısı ne yazık ki bu ülkedekinden daha da sevimsiz ve çirkin bir mimarinin başta İstanbul, Bursa ve Edirne gibi kadim şehirlerimiz olmak üzere tüm şehirlerimiz ve kasabalarımızda mimari kültürümüzü ve estetik zevkimizi imha etmesi, pervasızca egemen olmasıdır. Osmanlı, Bizans ve Ceneviz mimarisini miras alan İstanbul hâlâ estetik açıdan ülkemizden olmayanlara cazip geliyorsa bu sadece Boğaziçi’nin doğal güzelliği ve bu mirastan arta kalanlar sayesindedir. Müslüman ve gayrı Müslüman mimar ve ustalarıyla Osmanlı, muazzam şehirler inşa etti. Elinden geldiğince de Bizans ve Ceneviz mirasını muhafaza etti. Elbette kendi kültürünü hâkim kılmak için bu mirastan ödünler verdi ancak onların yerine inşa ettiği neredeyse her şeyde estetik bakımdan geri kalmadı. Kendi yaşama kültürünü hâkim kıldı. Çünkü böyle bir kültürü gerçekten vardı. Bu kültür, Arap-Fars Müslüman kültüründen izler taşısa da ondan farklıydı. Osmanlı topraklarında okunan ezan bile diğer Müslüman ülkelerin camilerinin minarelerinden işitilenden makamca farklıdır ve bu fark tüm kültüründe görülür, hissedilir ve muhafaza edilir. Bu sebeple Koca Sinan’ın eserlerindeki yetkinliğe, Müslüman coğrafyada erişecek eser bulunamaz çünkü bu coğrafyadaki en yüksek kültürü ifade eder. Batı etkisi Tanzimat’la sınırlarımızdan içeri girdiğinde, Avrupa örnek alındığında özellikle gayrimüslimlerin elinde yeni ve karakterli bir estetik gelişti. Beyoğlu mimarisi, korunan hâliyle hâlâ bir cazibe merkezidir bu yüzden. Ancak ülkemizde modernleşme, başlangıçta izlediği doğru yoldan uzaklaştıkça mimarimiz ve estetiğimiz geriledi. Amaçsız, karaktersiz, taklit unsurlar ekonomik kaygılardan kuvvet alarak yerleşti. Aksaray, Fatih, Beyazıt, Erenköy gibi birçok güzel semt nasibini aldı bu yıkımdan. Dahası kurulan yeni semtler büsbütün bu biçimsiz, zevksiz yapılarla dolduruldu. Estetik ve güzellik hayatımızdan çekildi. Şimdi nefes almak için Osmanlı, Ceneviz ve Bizans mimarisinden kalanlara sığınır olduk. Boğaziçi de kurtulamadı bu yağmadan. Para hırsı egemen oldu. Avrupa’nın bazı şehirlerinde olduğu gibi eski şehirleri koruyup yenisini bunun dışına kurmak gibi bir fikir hiç benimsenmedi. Mimariyle birlikte ona sımsıkı bağlı yaşama kültürü de kayboldu. Direklerarası Ramazan eğlenceleri, Boğaziçi semtine özgü yalılar çevresindeki yaşama kültürü, Mehtaplı gecelerde kayık sefaları, Erenköy’deki sayfiye hayatı, Çamlıca’daki bahçelerde sazlı, sözlü buluşmalar ve her bir semtine özgü farklı, renkli gelenekler; edep, görgü ve yaşam tarzları; hepsi, hepsi silinip gitti mimarisiyle birlikte bu güzel şehirden. Bir tek her nasılsa adalar kurtuldu bu yağmadan. Musikisi, minyatür ve süsleme sanatları, hat sanatı ve şiiriyle bu kültüre özgü her ne varsa bugün sadece meraklıların hobisi veya akademik çalışmaların konusu olmak dışında varlığını sürdüremedi. Eski zanaat ve sanatlar, onların ürünleri çekildi yaşamımızdan. Kalakaldık öylece. Bir hoş seda bile baki kalmadı. Yerine koyduklarımız pratik ve ekonomik üstünlüğü dışında cazip hiçbir özelliği olmayan şeyler oldu. Hayatı kolaylaştırdı, konforu arttırdı evet ama yaşama zevkimizi, kültürümüzü geriletti hatta bozdu. Mutlu kılmadı. Kılmayacak da. Dediğim gibi bu iki ustayı okumak bana iyi gelmiyor. İstanbul daha tatsız görünüyor gözüme. Beyazıt veya Süleymaniye Cami’nin avlusuna sığınmak, Beyoğlu’nda sadece eski binalara bakarak yürümek, Süleymaniye’de korunmuş az sayıda konağa koşmak, Balat veya Sultanahmet’e kapağı atmak, Ayasofya’da soluklanmak, Adalar’da serinlemek, Dolmabahçe, Beylerbeyi, Çırağan, Yıldız, Topkapı gibi nadide saraylarla büyülenmek. Bir de Boğaziçi tabii. Bunlar yaşama, nefes alma çarelerim bu koca şehirde. Huzurlu bir uyuşma hâli değil bu oralarda, bilakis huzurlu bir uyanma hâli. Kanımca bu hâlim özel bir tür algıda seçicilik barındırıyor, henüz yeni bir estetik kavrayış yaratmamış olsa da bende. Hayır, eskiye özlem değil bu; farkındayım kazanımlarımızın da. Fatih-Harbiye seçimi yapmıyorum. Sanırım gerçek kültüre, gerçek bir kültürün ürünü olan yeni bir Estetik “güzel”e özlem bu. Geçmişe bir tür Estetik kaçış, bir tür Estetik sığınmacılık değil. Aslında bir tür yaşama kültürü arayışı; eskilerinki kadar zengin, eskilerinki kadar huzurlu; bir semtten bir tatlı huzur alma imkânının olduğu günlerdeki gibi.

***

Turgenyev’in “Duman” romanının başında da geçen, Baden Baden’deki bir toplanma yeri olan Conversation Salonu (Das Conversationshaus).

Bir anı: Yıllar önce güzel bir ağustos sabahı Baden Württemberg eyaletinden geçen trenimiz kısa bir süreliğine bir istasyonda duruverdi. Gözüm istasyonun adını taşıyan tabelaya takıldı bir an. Bu bölgenin kaplıcalarıyla ünlü olduğu malumumdu elbette. Baden adı tam da bu anlama geliyordu. Ancak tabelada bu adın iki kez tekrar edilmiş olduğunu görünce heyecanlanıverdim birden: Baden Baden. Yani işte o şehir bu. Sisler arasından çıkıverdi birden, daha doğrusu yoğun dumanlar arasından. Conversation Salonu, Rus ağacı, gezinen Parisli kokotlar, Pavyon orkestrası ve özellikle de Litvinov; Conversation Salonu’nun önündeki Weber kahvehanesinde elinde bastonuyla oturan hülyalı delikanlı. Ne hoş bir hikâyenin başlangıcıdır bu güzel sahne. Duman romanından söz ediyorum. Bilen bilir, yazarı büyük bir sevdanın peşinde arşınlamıştır bu güzel şehrin sokaklarını epeyce. Ancak benim meselem başka. Büyük yazardan beklenen enfes bir tasvirle karşılaşırız henüz daha ilk sayfalarda. 1862 yılı ağustos ayının 10. gününde, öğleden sonra saat 4 sularıdır. Bir bayram havası vardır. Gençler, ihtiyarlar, güzeller, çirkinler, kuş cıvıltıları, rengarenk çiçekler… Fransız argosuyla karışan Traviata ezgileri, Strauss valsleri, Rus romansları.  Ah çocukluğum, çocukluğumun güzel şehri. Meşhur Makedon kralın Akdeniz kıyısında kurduğu güzel şehrim. O denizin kıyısında da gazinolar, kahvehaneler vardı. O denizin kıyısında da hayat renk cümbüşü içinde gürül gürül akardı. Valsler, tangolar, potpuriler kulakları şenlendirirdi. Çiçekler, onlar kadar rengarenk giysiler. Ah o günler o güzel günler, geceler. Trenimiz kısa bir beklemeden sonra hareket etti. Geride kaldı her şey, sisler içinde. Göremedim bu güzel şehri. Ukde kaldı içimde. O seyahat yıllarından çok sonra gelişen teknoloji sayesinde yakaladım bu şansı. Conversation Salonu resim ve fotoğraflarıyla çıktı karşıma. Sütunlu beyaz enfes binalar dizisi önünde masaları sandalyeleriyle kahvehaneler, gazinolar. İlkin daha eski olan tablolarda gördüm: seçkin beyler ve hanımlar ağaçlıklı yollarda, masa başlarında. Sonra yazarın zamanını gördüm siyah beyaz fotoğraflarda; şemsiyeli hanımları, kolalı dik yakalı, silindir şapkalı beylerle kol kola; neşeli, mesut. Zorlasam işitirdim belki orkestrayı da. Tam burada, hepiniz beklenti içindeyken ve nereye gidiyor bu hikâye diye sorarken bırakıyorum bu bahsi. Neden mi? Devamı pek tatsız çünkü. Size de tavsiyem burada kesin merakınızı. Israrcıysanız eğer sadece şunu bilin isterim: İçiniz rahat olsun yerli yerinde bina; sütunlarıyla, görkemiyle, bahçesiyle, ağaçlarıyla, güneşiyle. Malum Alman hassasiyeti. Ne var ki işin tatsız yanı, hayat çekilip gitmiş. Ne bir masa ne bir sandalye ne bir kahvehane ne bir gazino kalmış. Ne bir insan kalabalığı ne de tek bir nota. Sessizliğe gömülmüş her şey. Unutulmuş. Elde renksiz bir renkli fotoğraf kalmış kala kala. Litvinov’la birlikte duman olmuş her şey. Çocukluğum gibi, çocukluğumuz gibi. Kapatalım derim artık bu mevzuyu. Königsbergli Çinli Bilge meramımızı bizden daha iyi anlatmış zaten. Kritik’inde, zaman apriori saf bir görüdür, dediğinde değil elbette. Hayır. Saçları iyice ağardığında, beli büküldüğünde, bastonuna iyice yüklendiğinde. Yanına yaklaşanın kulağına eğilip sessizce fısıldadığında ve “Yanıldım dostum” dediğinde, “yanıldım”, “zaman sessiz bir testeredir”.

Baden Baden, Conversation Salonu (1890).
Baden Baden, Conversation Salonu (2016).

***

Girişinde sizi yıllar boyu üzerine basan sayısız ayaklar yüzünden erimiş taş basamağıyla karşılayan kurum, hâlihazırda üyesi olduğum, benim de taş basamağının erimesine naçizane katkı sunduğum kurum, eskiden Darülfünun adıyla bilinirdi. Barındırdığı her bölüm, Seminer kitaplıklarıyla birlikte karşılardı sizi. Öğrencilik yıllarımda müdavimi olduğum Seminer Kitaplığı sadece sahip olduğu hazinelerle değil, beni karşılayan dost bir yüzle de derin izler bırakmıştır hafızamda. Sokağa bakan pencerenin yanı başında, kitap dolu rafların hemen önünde eski maun bir masada, tahta bir koltukta oturmuş bu dost yüz, kütüphane memuru bir beydi. Bey değil, beyefendi demeliydim. Pencereden sızan ışıkla aydınlanan, eskilerin badem dediği türden bıyığı; burnuna yüklenmiş gözlüğü; tepede pek kalmamış seyrek siyah saçları; biraz sorunlu olan kara gözleriyle bu yüz, sizde hemen bir saygı uyandırırdı. Konuşmaya başladığında da anlardınız Urfalı bir eski İstanbul beyefendisi olduğunu. Tahsilli, erdemli, adam gibi bir adam. Ahbaplığımız ilerledi bu sebeple. Bir iftar yemeği davetiyle bir akşam konuk olduğum Aksaray’daki evinde hanımını ve sevgili evlatlarını tanıyınca sona ermiş güzel bir devrin son insanları arasındaymış gibi hissettim kendimi. Önce terasta beslediği güvercinlerinin hünerini sergiledi bize sonra yediğimiz güzel yemeklerin ardından sofra başında yudumlarken kahvelerimizi, aldı kemanını eline. Bu çağda değilim artık. Eski müziğimizin nağmeleri sardı hepimizi, bu güzel insanların tertemiz odalarında. Kütüphanede ara sıra göz ucuyla izlediğimde, gözünde gözlüğü masasının çekmecesine saklamış olduğu eski bir kitabın sayfalarında kaybolmuş bir hâlde, gözlerinden akan yaşları sessizce eliyle silerken görürdüm onu. Epey sonra keşfettim, neydi onu ağlatan böyle sessiz sessiz: Akif’i okuyordu: “Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyliyemem” diyen has şairi. Yürek aynı yürek olunca ağlatıyordu büyük şair. Bu güzel insanın vakti geldi, emekli oldu. Vedalaştı gitti. Sadece hatıralarımda şimdi. Çok sonra öğrendim onun oturduğu koltuk ve vazifeyi pek eskiden bir başka şiir sevdalısı, bir has şair işgal ediyormuş. Hint havalarında gezinen, Mevlevi dergâhlarından beslenen bir şair: Asaf Halet Çelebi. Bilmem adı bugün ne kadar hatırlanıyor. Bir kütüphanede ne güzel bir karışım: Şiir ve Felsefe. İşte erimiş taş basamağıyla bu kurumun ruhunu temsil eden iki sözcük. Orhan Veli, Necip Fazıl; Felsefe’de öğrenci olarak büyük şair Yahya Kemal ve öğrencisi Tanpınar Edebiyat’ta hoca olarak ruhunu kazandırmışlar bu kuruma. Elbette burada anamadığım pek çok büyük isim de. Ama derim ki biz eklemeyi unutmayalım bu listeye gözyaşlarıyla ıslanmış parmaklarında tuttuğu eski kitaptan has şairin mısralarını okuyan Urfalı İstanbul beyefendisini de. Darülfünun budur, gelenek budur işte.

***

El Greco’dan iki tablo: solda “Kont Orgaz’ın Gömülmesi” (1586), sağda “Toledo” (1596–1600).

Çocukluğumda doğduğum şehirde tuval satılmazdı. Tahtaları kendimiz çatar, bezi üstübeç kullanarak hazırlar, istediğimiz ebatta tuvalimizi yapardık. Elbette yağlı boya bulmak da fırça bulmak da meseleydi. Ama sevgili arkadaşımla çarşı dükkân şehri karış karış dolaşmaktan yüksünmez, koşturur dururduk. Ciddi bir hevesti bizimkisi. Ciddi çocuklardık. İki arkadaş güzel günlerde bahçede, evde sabah akşam resim yapardık. Arada yorulduğumuzda o zamanlar periyodik olarak çıkan, ağabeyim sayesinde müdavimi olduğumuz Bilim ve Teknik dergisini koyar önümüze, Kahraman Olgaç’ın sayfasından öğrendiğimiz satranç oyununu oynardık. Gelsin Karpov-Kasparov kapışması. Büyük ressamları keşfettik tam o sıralar, başladık hevesle eserlerini kopya etmeye. Ben önce bir Gauguin çizdim şöyle güzelce, sahilde atlıları gösteren bir tablo. Sonra boyadım onu keyifle. Elde palet, fırça, üstte şort, gömlek. Burunda o güzelim yağlı boya kokusu. Renk cümbüşü. Bu arada arkadaşım, Utrillo’ya merak sardı. Zeki çocuktu. Kesinlikle benden daha yetenekliydi. Çok şey öğrendim ondan. Bu ressamın ıssız Paris sokakları nedense ikimizi de çok etkiledi. Sonra ben El Greco’yu keşfettim. Önce Kont Orgaz’ın Gömülmesi tablosunu sonra da meşhur Toledo tablosunu; aklımı başımdan aldı bu üstat. Âdeta büyüledi beni. Uzun müddet ondan daha büyük bir ressamın olamayacağını düşündüm çocuk aklımla. O günden bugüne üzerine epey düşündüm bu ustanın. Giritli olduğu için Yunan diye çağrılan. Sırrını keşfedemedim bir türlü, dönemindeki başka hiçbir ressamınkine benzemeyen ustanın elinden çıkmış o tuhaf insan figürlerinin, o alev almış gibi duran başların, bir yangın içindeymiş hissi veren o büyüleyici Toledo kasabasının. Optik bir sorun mu bu acaba, diye düşündüğüm de oldu. Ancak çözemedim bir türlü gizemini. Ama öğrendim az zaman sonra Viyanalı ustamdan: “Gizem yoktur”. Gizem yoktu gerçekten. Yıllar sonra Hocam saydığım bir başka filozof gösterdi bana işin sözde sırrının ne olduğunu, kurtardı beni senelerce zihnimi işgal etmiş olan bu meraktan. Onun Kont Orgaz’ın Gömülmesi tablosunu merkeze alarak yaptığı kıvrım tahlili, nihayete erdirdi tüm sorularımı. Sayesinde uzandım El Greco’dan William Hogarth’a, oradan da Stravinski’ye. Umulmadık bir seyahat oldu benimkisi. Bu yolculukta Rake’s Progress önemli bir keşif oldu benim için. Nereden nereye, resimden felsefeye oradan da müziğe; enfes bir yolculuk. Çocukluk hevesinden akademik üretime, enfes bir macera. Velhasıl bildiğiniz gibi ne ekersek onu biçiyoruz. Bu hayatta öz toprağımıza ektiğimiz hiçbir şey boşa gitmiyor, elbette ona gerekli özeni gösterip bakarsak, orada çürümeye terk etmezsek. Hasat zamanı geldiğinde anlarsınız dediğimi; aldığınız ürünü tadıp koklayın hele bir; kokusunda, lezzetinde daima çocukluktan, çocukluğumuzdan bir şeyler bulacaksınız. Tesadüf yoktur derim bilgelere uyarak ben; tesadüf sandıklarımız, gömülü zorunluluklardır henüz farkında olmadığımız. Çekip çıkarmak gerek onları ekildikleri yerden. Meyve tohumdadır çünkü. Hatırlatmayın, biliyorum; susuz, güneşsiz, havasız da olmaz.

William Hogarth, “A Rake’s Progress VII: The Prison” (1732-1735)

***

Sesler, renkler, kokular: Çocukluğumun geçtiği ev, ortasında çam ağacı bulunan bir bahçeye sahipti. Ağacın hemen bitişiğinde de içinde hiç su görmediğim, toprakla doldurulmuş küçücük bir havuz vardı. Tüm günüm çam ağacının gölgesinde arkadaşlarımla o toprak havuzu eşelemekle geçerdi. Sabahtan atardım kendimi bahçeye. Binbir oyun, binbir hayal. Zamanın başımızı okşadığı yüzümüze güldüğü anlar. O güzel, mesut zamanlar. Yok oldu hepsi, silindi gitti. Ne çam ağacı ne havuz ne bahçe ne de o ev var şimdi. Hatırlıyorum ama düş gibi; uyandığımda bir sabah, akşamdan beri sesini işittiğim çatıları döven yağmurla tamamen suyla dolmuş hâlde buldum bahçemizi. Pencereden baktım. Bahçe koyu yeşil bir havuz olmuştu âdeta. Ortada büyük çam ağacı, duvarlarla kesilen üç taraftan çevrilmiş eski güzel Fransız tarzı evler, durgun suda yansıyan bir dünya; bahçemiz. Nasıl da büyüleyici bir tablo çıkmıştı ortaya. Koyu yeşil durgun su arada bir kıpırdanıyor; yayılan dalgalar, yansıttığı ışıkla daha da göz alıcı oluyordu. Güneş ışığı değildi, sonbahardaydık. Parlayan hiçbir şey yoktu. Tüm manzaraya hâkim gri tonlar gökyüzünü kaplamış aynı tonlarda bulutlarla hüzünlü bir hava yaratıyordu. Her şey sessizlik içindeydi, derin ve hüzünlü bir sessizlik. Derken evimizin hemen arkasında bulunan kilisenin çan sesleri bu sessizliğe son verdi. Her vuruşun yarattığı titreşim ve yankı, sessizliği daha da çok vurguladı, hüznü koyulaştırdı. Tablo daha da derinleşti böylece. Sonra yine sessizlik ancak kısa bir müddet. Arkasından dört nota vuruşu, tarifi zor dört ardışık inleyiş, düzensiz iç çekişler, kumru sesleri. Hüznün en güzel melodisi. Pencereyi açtım, akşamdan havaya sinmiş yasemin ve çam kokusu; biri ağır, buğulu diğeri keskin, yakıcı. Hepsi bu. Unutamadım bu güzel sabahı, bu hüzünlü manzarayı, bu hüzünlü sesleri, renkleri, havaya sinmiş kokuları. Karşılaştığım her manzara, her peyzaj, işittiğim her müzik için bir beğeni kriteri oldu bende bu kısacık zaman dilimine dolan dünya. Çan sesi, kumru sesi, yasemin, çam kokusu, koyu yeşil, gri tonlar; sonbahar, hüznün bahçesi. Estetik beğeni, yaşanmış küçük anlardan doğar ve beslenir; sanat beğenimiz teorilerle kurulmaz. Dünyada güzeli arayan çocuk gözlerimizdir her zaman. İlk büyülenme, ilk tılsımlı karşılaşma, ilk hayal kurma biçimler her şeyi. Estetik, yitirilmiş kaybolmuş zamanı hatırlamadır. Hâlâ çan sesi, kumru sesi duyuyor, yasemin, çam kokusu alıyor ve yeşil gri bir dünyada yaşıyoruz. Estetik açıdan değil ama. Estetik haz şimdide yaşanmaz. Şimdi vesiledir sadece. Kumru sesi buğulandırıyorsa gözlerinizi; bir sonbahar hüznü çöküyorsa üzerinize; ayırt ediyorsanız gri tonları, havuzlu bahçeleri, koyu yeşil suları her resimde; arıyorsanız her müzikte çan ritmini, yankısını, ardışık düzensiz nota vuruşlarını; her şiirde yasemin, çam kokusunu; o zaman kapatın artık şu bilim mevzusunu. Ne derse desin adını koyan, bilirsiniz kumru sesini işittiğiniz her zaman; Estetik hüzünlü bir ağıttır damla damla bahçemize sızan.

* Ana görsel: Eski Galata Köprüsü, 1954. © Ara Güler / Magnum Photos.

© 2024 Çağ Akarken

İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde profesör ve Türkiye Wagner Topluluğu’nun kurucusudur. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Konservatuarı'nda Müzik Felsefesi dersleri vermektedir. Müzik felsefesi, felsefe tarihi, fenomenoloji ve felsefe ile sanatın kesiştiği birçok alanda çok yönlü çalışmalara imza atmakta ve dersler vermektedir. “Felsefenin Perspektifinden J.S. Bach ve Richard Wagner'in Sanatı” isimli kendi kitabının yanı sıra son yıllarda hem Wagner’in “Nibelung Yüzüğü” operasının ilk kısmı olan Ren Altını’nın çevirisinin yapıldığı “Nibelung Yüzüğü 1: Ren Altını” kitabının editörlüğünü hem de “Müzik Defteri” dergisinin editörlüğünü yürüterek müzik ve felsefe alanlarına önemli katkılarda bulunmayı sürdürmektedir.

Yazarın Diğer Metinleri

Damlalar: Felsefe ve Estetik Duyuşlar

Wagner Ring’i yirmi yıldan fazla bir sürede tamamlamış. Rilke Duino Ağıtları’yla, Kant da Eleştiri külliyatının ilkiyle on yıl boğuşmuş. Sonuç hepsi için…

Devamını Okuyun

Damlalar: Müzik

Brahms’ın müziğine sisli yakıştırması, Wagner’in müziğine akkor yakıştırması kadar yersiz. İkisi de kendi tarzları içinde çok büyükler. Bu…

Devamını Okuyun
Abone Ol
Bildir
guest
1 Yorum
Beğenilenler
En Yeniler Eskiler
Inline Feedbacks
View all comments
Saniye Gökbör Atalay
Ziyaretçi
Saniye Gökbör Atalay
13 gün önce

Hocam ilk olarak bu yazıyı neden bu kadar geç keşfettim ona üzülmekle başlamak istiyorum…Okurken kendimi Zola’nın bir romanında gibi hissettim…Tesadüfen notlar nasıl hesaplanıyor düşüncesiyle girdiğim AUZEF sayfasında sizin yazınızın olduğu kısmı gördüm ve merakla hocamız ne paylaşmış olabilir diye baktım.. İyi ki de bakmışım…Her şeyden önce böyle güzellikleri paylaştığınız için bu yazı için teşekkürler…Ben İstanbul’un o çok çok eski günlerini hatırlayıp aynı üzüntüleri duyan o estetik güzelliğini hatırlayan yaşı belki de Felsefe okumak için geçkince de olsa meraklı eski bir İstanbul sevdalısıyım…Bizim kuşağımızın üstünden kaç kuşak geçti bilmek istemiyorum ancak okumak ve okumak bilgilenmek ve güzelliklerin bu şekilde dile getirilmesi. Bu yazınız için teşekkürler.. Diğer yazılarınızı okudukça elimden geldiğince yorum yapmaya çalışacağım…Bu arada Wagner ve List hayranı ayrıca Korsakov hayranıyımdır…Tekrar… Devamını okuyun

Okuma Önerileri