Damlalar: Edebiyat

Refik Halid’den Ahmet Haşim’e, Jean Paul Richter’e, Thomas Mann’a… Uğur Ekren’in zihninden damla damla sayfalara sızan anılarının; edebiyat, müzik, felsefe ve sanat üzerine düşüncelerinin ilk derlemesi olan “Damlalar: Edebiyat”ta Uğur Ekren edebiyat üzerinden sanatçı, eser, toplum ve estetiğe bakış atıyor.

***

Refik Halid, Türkçe değil, diyelim Fransızca veya İngilizce yazan bir yazar olsaydı bizde şimdi gördüğü muamele ne kadar farklı olurdu. Dildeki ustalığı, mizahi yönü, zekâsı, bilgi ve tecrübesi velhasıl bilgeliği övüle övüle bitirilemez, her taraftan duyulan alkış sesleri arasında Batı’nın büyük ustalarına şimdi gösterdiğimiz hürmete mahzar olurdu. Üniversitelerde sayısız tezlere, inceleme yazılarına konu olur; edebiyat programlarında boy gösterirdi. Peki niye bugün yoksun hak ettiği bu ilgiden? Kirpi olduğu için mi? Dikeninin tadına bakmadan temasa imkân tanımadığından mı? Hiç sanmam. Türkçe yazdığından diyeceksiniz öyleyse. Yok o da değil bence. Sanırım mesele şu: Bizim bize merakımız yok. En çok bizden olan böylece en uzak oluyor bize. Evladımız gözümüzün içine baktığında kaçırıyoruz gözlerimizi, o gözlerde kendimizi görürüz korkusuyla. Pek çok evladımız var gözlerimizin içine bakan. Refik Halid gözümüzü en çok kaçırdıklarımızdan. 53 yaşında gözünün içine baktım ustanın; sadece kendimi değil, bizden olan her şeyi gördüm ışık içinde.

Refik Halid Karay, 18 Eylül 1919.

***

Bir saygı duruşu: Haşim zarif adamdı. Nazımda büyük olduğu gibi nesirde de büyüktü. Gurebahane-i Laklakan eşsiz bir anlatı olarak daima hafızalarda kalacaktır. Densiz şakalar için yanlış seçimdi Haşim. Kasabalı Şevket ve Saracoğlu pek geç anladı bunu. Ciddi, içli, alıngan bir adamdı. Hırslı değildi hiç. Kuşdili Çayırı’na bakan köhne ev, hülyalarıyla yaşamak için yetiyordu ona. Göl Saatleri’nin şairi huzur peşindeydi sadece. Dedik ya zarif adamdı, zarif şeyleri seviyordu. Ancak dünya, her büyük insana yaptığı gibi onu da bir kenara itti. Derdi kendisiyleydi, başka kimseyle değil. Bu dertle erken ihtiyarladı. Hilkat garibesi muamelesi gördü. Doktorlar bu yıpranmış bedenin birkaç yıldan fazla dayanamayacağını söylediğinde bir Leylek gibi belki iyi olurum umuduyla kendi Gurebahane’i Laklakan’ına uçtu. Ne yazık şifasız döndü bu şifa evinden hüzünle. Yakup Kadri’nin, şairin Kuşdili Çayırı’ndaki evinde görüp beğendiği seccadeyi ölmeden evvel ona yolladı Haşim. Dostuyla helalleşti böylece. Ertesi gün hayata gözlerini yumacak olan şair, kaygılı ve üzüntülüydü hasta yatağında; kendisi için değil, başka bir dertten muzdarip olan ancak kendisinden sonra daha uzun yıllar yaşayacak dostu Yakup Kadri için; gönlü yüceydi. Bir gün Yakup Kadri’ye şöyle demişti: “ben hâlâ mücadelemde devam ediyorum. Kime karşı bilir misin? Kendime karşı. Hem öyle bir öfke, öyle bir nefretle ki aynada gördüğüm yüzüme tüküresiye kadar…” Haşim’in ölüm haberini alan Kiralık Konak yazarı, hasta yatağından kalktı güç bela; gözyaşları içinde giyinmeye çabaladı, yalnız bırakmamak için son yolculuğunda sevgili dostunu. Çok sonra yine gözü yaşlı anlatacaktır bizlere bu hazin günü. Bu hasta adam, Haşim’in yüzünü son kez gördü mü, gördüyse ne düşündü, ne hissetti bilmiyorum ama bildiğim bir şey var; Şi’r-i Kamer şairinin hayali, aynadan silindikten sonra nurlanmış yüzüyle karanlık gecelerimizin ufkunda yeniden göründü. Bir daha hiç batmamak üzere. Ey dostlar haberiniz ola, göllerde kamışlar artık her akşam ışık içinde. Çıkın keyfinizce, çekinmeden gezinin mehtaplı gecelerde.

Ahmet Haşim ve Yakup Kadri dostlarıyla birlikte. (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, “Ahmet Haşim”)

***

Wagner adıyla özdeşleşmiş, onun sayesinde dünyanın dikkatini çekmiş güzel Bayreuth şehri, bağrında ebedî istirahatine çekilmiş güzide bir sakininin bugün neredeyse unutulmuş olmasına ne kadar hayıflansa azdır bence. Jean Paul Richter adı, başvuru kitaplarında Romantik Edebiyat okulunun tarihçesine dâhil bir isim olmaktan fazlasını hak ediyor. Bu usta, 1823 yılında kaleme aldığı Selina adlı romanında, insana özgü çok özel bir duygu durumuna dikkati çekip özgün bir adla etiketler bu hâlet-i ruhiyeyi. Weimar Klasisizminin iki büyük üstadından biri olan Schiller zaten tanıyordu bu duyguyu ve kadim Yunan’ın estetik veçhesine duyduğu estetik özlemle bir tutuyordu onu. Grimm Kardeşler ise kaleme aldıkları güzel sözlüklerinde: “dünyanın yetersizliği veya kusurlu olmasından dolayı duyulan derin ıstırap, üzüntü, acı” diye tanımlar bu yeni duyguyu. “Weltschmerz” kavramı işte böylece girer literatüre, Paul Richter’in dünyasından sızarak. Bir tür melankoli hâli olsa da fizyolojik bir temeli olmadığından ayrılır ondan. Modern insanın tam da içinde yaşadığı modern hayattan hoşnutsuzluğunu ve sıla özlemini pek güzel ifade eder bu kavram. Felsefe pek az düşünmüştür bu kavram üzerine. İhmal edilmiştir nedense? Schopenhauer pek yaklaşsa da kimi tahlillerinde ıskalar yine de hedefi. Kanımca bu duygu durumu Mann’ın eşsiz romanı Venedik’te Ölüm’de bulur en esaslı ifadesini. Romana Schiller’in taşıdığından eminiz tüm boyutlarıyla weltschmerz’i. Aschenbach’ın Tadzio’yu antik bir Yunan heykeli gibi algıladığı sayfalar, bu duygunun eşsiz anlatımlarıdır aslında. Yunan estetiğinin halis ifadesi Tadzio figürüyle vücut bulur. Masumiyet ve doğallık: modern insanın yitirdiği bu iki özelliği Schiller, naif şairinin pastoral şiirinde arar. Aschenbach ise Tadzio’da bulur onu. Aschenbach’ın sözcülüğünü yaparak tasvir edelim: “bu çocuk ölümlü fakat bir Tanrı gibi, canlı ancak bir sanat eseri gibi ve dahası modern, bu dünyanın çocuğu ama aynı zamanda bir klasik eser, bir Yunan heykeli gibi”. Klasisizmin çocuğu olan bu duygu Romantiklerin elinde büyür, olgunlaşır, kavramlaşır. Ah o eski dünya, ah o güzel dünya; Winckelmann ve Schiller’den Jean Paul Richter’e ve nihayet Thomas Mann’a uzanır bu yakınma dolu seda. Ancak mesele burada bitmez. Bir tehlike içerir çünkü. Meşhur sıçan avcımız görür bu tehlikeyi. Bu yüzden bir çift lafı vardır, bu sevgili modern hoşnutsuzlara; iyinin ve kötünün ötesine koyduğu kitabında: “Modern fikirlere karşı bir güvensizlik vardır, dün ve bugün inşa edilmiş her şeye karşı bir güvensizlik” der ve devam eder avcımız avına “Bu güvensizleri modern gerçekçilikten uzaklaştıran dürtüleri çürütülememiştir – geriye götüren dolambaçlı yolları ise bizi ne ilgilendirir! Onlarda asıl olan geriye gitmek istemeleri değildir: aksine, çekip gitmek istemeleridir. Biraz daha enerji, kanatlar, cesaret ve sanatçılık olsa”. Hafife almayalım bu meseleyi, bizzat ben sarsıldığım her Richter ölçeğinde sarılıyorum hemen bu pasaja canımı kurtarmak endişesiyle. Weltschmerz-modern sancı: üzerine düşünmeye değer.

Tadzio ve Aschenbach. Thomas Mann’ın “Venedik’te Ölüm” romanının 1971 yılında Visconti tarafından aynı isimle beyaz perdeye uyarlanmasından bir sahne.

***

Bugün bir romanı değerli kılan özelliklerin dökümünü yapmaya kalksak – diyelim Hugo dönemi için aynı şeyi yapmaya kalktığımızda belirleyeceklerimizden epey farklı olurdu ortaya koyduklarımız. Hugo olay anlatısını kesip araya felsefi düşünceler serpiştirdiği için eleştirilmişti. Büyük Goethe bile dostu Schiller’i edebî eserlerini felsefi fikirlerle fazla yoğurduğu için eleştirmişti. Edebî bir anlatı, estetik açıdan kusurlu olmak istemiyorsa anlattığı hikâyeye sadık kalmalı, yan yollara sapan başka türden anlatılara özellikle de fikirlerle yüklü olanlarına sadece şöyle uzaktan bakarak geçip gitmeli, dümdüz yoluna devam etmeliydi. Bugünün okuru, uzanıp giden bu düz yoldan sıkılmış hâlde. Tekdüze manzaralar, ilgisini çekmiyor artık. Yan yolları, ara sokakları, paralel veya kesişen güzergâhları hatta dağ yollarını, patikaları merak ediyor. Hugo’nun Şair Gringoire’a veya Esmeralda’ya ayırdığı sayfalardan çok, Gotik mimarinin Rönesans’ın mimarisine üstünlüğünü savunduğu, Notre-Dame başlıklı felsefi sayfaları ilgimizi çekiyor. Hollywood sinemasının allayıp pulladığı, aslında Hugo’nun romanında pek de önemli olmayan aşk hikâyesi bizi tatmin etmiyor artık. Swann’ın Botticelli’den esinlenerek kuvvetlendirdiği aşk, çok daha cazip geliyor bize. Öncekine göre daha çok duygulandırdığından değil, düşünmek için bir fırsat sunduğundan. Evet, biz bugün biliyoruz yazarı tarafından verilmemiş olan “Notre-Dame’ın Kamburu” adının neye hizmet ettiğini. Gişe hasılatı için nelerin feda edildiğini. Bu sebeple Sefiller’de “İçtikten Sonra Felsefe” başlığına kızanlardan söz edildiğinde, bundan dolayı eserin estetik açıdan bir kusura sahip olduğunu düşünmüyoruz artık. Sadece bugün neyin farklı olduğunu anlıyoruz. Kafka, Camus, Beckett, Joyce, Strindberg, Virginia Woolf, Mann gibi adlarla edebiyat zevkini biçimlemiş bir çağ için elbette normal bu durum. Fitili ateşleyen Proust’tu elbette. Proust her tür anlatıyı, düşünme disiplinini davet ederek sadece duygu dünyamızın değil, düşünme dünyamızın da asli bir ürünü yaptı romanı. Ortega daha fazla düşünmenin sanata ne gibi bir zararı olacağını ciddi ciddi soran ilk filozoftu. 20. yüzyıl bu soruyu ciddiye aldı. İzlenimci resimden soyut resme, Wagner ve Debussy’den Schoenberg Okulu’na, Proust’tan Beckett’a, Rodin’dan Giacometti’ye, Monet’den Malevich’e ve tüm bu kanallardan bugüne ulaşan yollarda Sanat anlayışımız büyük bir değişim yaşadı. Estetik zevkimizin değişmesi dünyanın değişmesi kadar kaçınılmazdır. Dünya böylece henüz ortadan kalkmadığı gibi estetik de ortadan kalkmaz. Schoenberg’i bilerek ve severek dinlediğimizde estetik olarak gerilemiş değilizdir. Hayır. Sadece düşünsel olarak ilerlemişizdir. Geride kalanlarsa estetik açıdan değil, düşünsel açıdan yavaş olduklarından arkamızdan öfkeyle bağırıyor olabilir.       

Leonard Russell Squirrell, “Notre Dame, Paris” (1924)

***

“Şimdiye dek yazılmayanlar sisle örtülmüş ve unutulmuşlardır. Yazılanlar ise insan ruhunu canlandırmaya devam ederler.” diye yazar İvan Bunin Arsenyev’in Yaşamı romanının henüz girişinde. Keşke doğru olsa bugün de bu tespit. Artık yazılanlar da sisle örtülü ve unutulmaya mahkûm maalesef. Kimi yazarlar hafızalardan tamamen silindi, neredeyse kitaplarıyla birlikte. Sadece eski edebiyat sözlüklerinde, ansiklopedilerde yer alıyorlar artık. Onları da okuyan yok zaten. Üstelik bu yazarlar zamanlarının en popüler yazarları, en meşhurları. Dahası bugün kimi kitapları raflarda yer alan büyük isimlerin bile pek çok eseri unutuldu gitti. Az sayıda eski kitaplıkta, eski baskılarıyla toza bulanmış durmaktalar belki. Kim biliyor? Kim haberdar? Hele ülkemizde… Yazarın yazdığı dili bilmiyor ve özel bir merak duymuyorsanız yok varlıklardır onlar. Karalanmış eski kâğıt parçaları, sarı, tozlu, zamanın kokusu sinmiş anlamsız kitap sayfaları. Antikacı dükkânındaki dilsiz eserler bile daha fazla şey söyler bize, bu hazin yığının dilinden. Yeni baskısı yapılmayan, yazıldığı dilden başka dile tercüme edilmeyen, bir kerecik nefes almış varlıklar; bir nefes, son nefes. Terk edilmişlerin mahzunluğu dışında anlatmazlar bizlere hiçbir şey tozlu raflarda; sadece kendilerinin anımsadıkları hatıralar, bildikleri öyküler rastlarsa ender bulunur meraklısına, sanmayın döneceklerini şaşaalı zamanlarına. Sis yoğundur seyrelse de ara sıra; kısacık bir anda görünen silüet, gömülür hemen karanlık sulara. İnsan ruhunu canlandıranlar vardır her şeye rağmen ve daima olacaktır elbette. Çok umutlandırmasın hiçbirimizi yine de; unutulan kayıp kıtalardır ulaşılmaz derinliklerde, arta kalansa gün geçtikçe sulara gömülen adalardır sadece yüzeyde. Her yazılı olan zaman denizine bırakılır; batar mı yüzer mi, bilinmez. Yüzse de ulaşır mı bir sahile, ulaşsa da çürür mü o sahilde; tahmin edilmez. Zaman sisli bir denizdir, yüzse de bırakılan bazen görülmez. Yazılanlar kalsa da ruhu hep canlandırır sanmayın, güvenilmez. Büyüklüğünüzle de övünmeyin dostlar, sanmayın adınız zaman ufkundan hiç silinmez.

© 2024 Çağ Akarken 

İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde profesör ve Türkiye Wagner Topluluğu’nun kurucusudur. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Konservatuarı'nda Müzik Felsefesi dersleri vermektedir. Müzik felsefesi, felsefe tarihi, fenomenoloji ve felsefe ile sanatın kesiştiği birçok alanda çok yönlü çalışmalara imza atmakta ve dersler vermektedir. “Felsefenin Perspektifinden J.S. Bach ve Richard Wagner'in Sanatı” isimli kendi kitabının yanı sıra son yıllarda hem Wagner’in “Nibelung Yüzüğü” operasının ilk kısmı olan Ren Altını’nın çevirisinin yapıldığı “Nibelung Yüzüğü 1: Ren Altını” kitabının editörlüğünü hem de “Müzik Defteri” dergisinin editörlüğünü yürüterek müzik ve felsefe alanlarına önemli katkılarda bulunmayı sürdürmektedir.

Yazarın Diğer Metinleri

Damlalar: Anılar

Tatsız bir günden dökülen: Samiha Ayverdi’nin İstanbul Geceleri veya Abdülhak Şinasi Hisar’ın Boğaziçi Mehtapları’nı okumak bana iyi gelmiyor. Bu çok sevdiğim…

Devamını Okuyun

Damlalar: Felsefe ve Estetik Duyuşlar

Wagner Ring’i yirmi yıldan fazla bir sürede tamamlamış. Rilke Duino Ağıtları’yla, Kant da Eleştiri külliyatının ilkiyle on yıl boğuşmuş. Sonuç hepsi için…

Devamını Okuyun
Abone Ol
Bildir
guest
0 Yorum
Beğenilenler
En Yeniler Eskiler
Inline Feedbacks
View all comments

Okuma Önerileri